Merhabaaa....
Ay çok heyecanlıyım, savaştan önceki son bölüm.
Savaş o kadar uzun ki gözüm korkuyor.
Bundan sonraki bölümler üçer gün arayla gelecekler. Bilgilendirmiş olayım. İyi günler.
Sizi bölümle baş başa bırakıyorum, oy vermeyi ve yorum yapmayı lütfen unutmayın. Keyifli okumalar❤️🤍
BÖLÜM 91: SAVAŞ DAVULLARI
"Her zaman bir yol vardır ancak sadece arayanlar o yolu bulabilir."
İlk adımlarımı atarken ya da bana bakan koyu gözlerin gölgesinde büyürken hayatımın gideceği nokta hakkında bütün hayal gücümü zorlasam dahi aklıma bu kadarı gelmezdi.
Savaşçılar Krallığı'nın resmi olarak kraliçesi olmuştum. Prens Destan Savaş'ın karısıydım artık, resmi olarak. Aşka dair bildiğim her şeyi ondan öğrenmiştim. En yetkin kalemler ve en bilge isimler aşk için binlerce kelimeyle tanım yapmış olabilirdi ancak benim için aşkı tanımlamak tek kelime ile mümkündü.
Duman.
Duman Savaş.
İçine binlerce duygu, binlerce anı ve binlerce kelimeyi sığdırabilirdi tek isim. Bana dair her şeyi anlatabilirdi. Hissettiğim her şeyi, düşündüğüm her şeyi tek bir kelime ederek yansıtabilirdim. Onu seviyordum, onun için ölebilir ve öldürebilirdim. Beni anlıyordu, hissediyordu, biliyordum.
Sarayın selamlığına adım atarken dalgalanan büyüm nikahımıza eşlik eden herkesi sarıyordu. Böylece bizleri görme ihtimali olan herkesin gözünden sakınacaktı bizi. Ben merdivenlerin önünde durduğumda herkes duraksadı. Uzun uzun konuşmakta olan Cihangir ve abim bile dikkatini bana çevirmişti.
Aileme ve can dostlarıma bakarak gülümsedim. "Bu gece bizimle olduğunuz için teşekkür ederim," dedim Duman yanıma doğru yürürken. Tam yanımda durarak elini belime koydu. "Sizi çok seviyorum, hiçbirinizin zarar görmesini göze alamam. Böyle bir günde bize eşlik ettiğiniz için ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. İyi ki varsınız."
"Teşekkürler," dedi Duman. "Hepinize minnettarız."
"Ne demek?" dedi Ateş, bu esnada herkes sevimli sözcükler mırıldanarak teşekkür ediyordu. "Hadi Duman, adetleri yerine getirme zamanı." Ateş'in yüzündeki kocaman sırıtmaya bakılırsa söz konusu adet o kadar da muhteşem bir şey değildi. Duman önce merdivenlere doğru baktı, ardından bana doğru baktı ve eli beline kaydı.
"Yani biliyorsunuz ki ben artık yaşlı bir adamım," diye mırıldandı bizi izleyen dostlarımıza.
"Yok artık Duman," dedi Yasmin. "Gece elli kilo yoktur."
Tebessüm ettim. "Aslında altmış sekiz kiloyum," dedim küçük bir paragraf açarak. Duman gözlerini kocaman açarak bana baktığında gülümsemem genişledi.
"Karıcığım sen ne zamandan beri altmış sekiz kilosun?" diye sorduğunda karıcığım kelimesine yaptığı baskı yanaklarımın yanmasına neden oldu. Kısık bir sesle kıkırdarken dirseğimle onun karnına vurdum.
"İlk tanıştığımızda altmış altı kiloydum zaten Duman." Gözlerimi kıstım. "Konunun benim kilomla ne alakası var üstelik?"
"Geleneğimiz bu," diye açıkladı Su. "Damat ya da gelin kraliyet ailesindense damat gelini kucağında taşımak zorundadır. Yedi kat boyunca, asla asansöre binmek yok, ışınlanmak yok." Bakışlarım Duman'a döndüğünde öksürdü ve bakışlarını benden kaçırdı.
"Hayat yolu da bir merdiven değil midir?" diye sordu bana doğru sokulduğunda. "Bu merdiveni yan yana çıkmalıyız, neden birbirimizin kucağında tırmanalım? Değil mi karıcığım?"
"Doğru söylüyorsun," dedim elimi kaldırarak. Geçit önümüzde parlayarak açıldığında elimle geçidin içini işaret ettim. "Hadi beraber içeri girelim, boşuna çıkmayalım merdivenleri. Değil mi kocacığım?" dediğimde Duman bana kaçamak bir bakış attı. O beni kandırıyordu, biliyordum. Benim kilomu tek eliyle taşıyabilirdi ancak bana takılmak içindi bu tavrı.
Üzerindeki ceketin düğmesini çözdü ve derin bir nefes aldı. "O zaman hepinize iyi akşamlar diliyorum," dedi beni hızla kucağına aldığında. Bu herkesle birlikte kahkaha atmama neden oldu. "Asla tongaya düşmem, hileli soru bu." Kollarımı onun boynuna sararken gülmeye devam ettim.
"Duman ilk meydan okumayı kaybetti," dedi abim kolunu Su'nun omzuna atarken. "Geçmiş olsun kardeşim."
"Sen Su'ya meydan bile okuyamamıştın," dedi Duman geçide arkasını dönerek merdivenleri çıkmaya başladığında. Onlar gülüşürken başımı kaldırarak onlara gülümsedim.
"İyi geceler!" Onlar da aynı şekilde karşılık verdiklerinde yeniden önüme döndüm, ailemiz ve dostlarımız dağılırken başımı arkaya atarak Duman'a baktım.
"Sen de ne laflar varmış yakışıklı?" dedim tırnaklarımı ensesinde gezdirirken. "Demek hayat merdivenlerini benimle tırmanacaksın ha?" Bana içimi yakan, göğsüme köz düşmüş gibi hissettiren bir bakış attı. Kollarını kasarak beni yüzüne doğru daha çok yaklaştırdı ve yüzünü boynuma gömerek boynumu öptü, kokumu içine çekerek birkaç öpücük daha kondurdu.
"Biliyorsun değil mi?" diye sordu dudaklarıma doğru fısıldayarak. "Seni kucağımda değil, başımın üstünde taşırım Gece. Bir ömür değil, binlerce ömür boyunca."
Merdivenleri ağır ağır tırmanırken gözlerimi ondan ayırmadım. "Umarım bir ömrümüz daha olur," dedim içtenlikle. "Aynı Mahşer ve Alessiya gibi bir sonraki ömürde bile seninle olmak istiyorum. Senin peşini asla bırakmayacağım. Hep peşinde olacağım, benden asla kurtulamayacaksın."
Duman kıkırdadı. "Ölürüm sana," dedi birden. "Duydun mu?"
"Böyle söyleme." Omzuna vurdum. "Ölüm yok."
"Tamam, ölüm yok." Başını salladı. "Ama ölürüm, bil."
Sırıttım. "Ben de sana ölürüm be!" dedim birden. Boynunu öptüm.
"Yapma," dedi tek bir nefesi bile aksamadan. Kondisyonu azıcık bile bozulmamıştı. Dördüncü kata varmıştık bile.
"Neyi?" diye sordum. Şah damarını yaladım. "Bunu mu?"
"Kızıl," dedi dişleri arasından. "Bana işkence etmeyi kes."
"Öpücüklerim ne zamandan beri işkence?" Boynunu öptüm. "Hı?"
"Ben karışık veremediğim sürece."
Sırıttım. "Beni şımartıyorsun." Tırnaklarım saçları arasında gezdirirken onu kızdırmaya çalışıyordum.
"Keşke gerçekten biraz şımarabilsen," dedi sitemli bir sesle. "Asla şımarmıyorsun. O kadar olgunsun ki, o kadar ağırbaşlısın ki... Seni şımartmak istiyorum. Bütün isteklerini ve dileklerini gerçekleştirmek istiyorum ama senin bu olgunluğun beni üzüyor doğrusu."
Gülümsedim. "Buna neden üzülüyorsun bebeğim?"
"Çok erken olgunlaştın Gece," dedi bana baktığında. "Ben seni şımartarak büyütmek istiyordum. Benden hiçbir şey istemiyorsun, bunun nedeni her şeyi kendi başına başarabiliyor olman değil. Bunun nedeni elindekiyle yetinebiliyor olman." Dudakları kıvrıldı. "İnanır mısın, elmasların seni şımartmaması bile sinir bozucu."
Kıkırdadım. "Sen yine de bir dene," dediğimde bakışları bana döndü. Bilmiyorum, şımarıklık benden çok uzaktı. Kendimi bencil hissettiriyordu. Ben bunu yapamazdım.
"Bak sen," dedi odamızın olduğu kata geldiğimizde. "Demek benim kızıl kraliçem mücevher seviyor." Gülümsemesi genişledi. Şımarık bir edayla bacaklarımı sallarken kıkırdadım.
"Bana mücevher al Destan."
Duman eğilerek kapıyı açtı. "Seni mücevhere boğacağım," dedi içeri girdiğimizde. İçeri girer girmez de duraksadı. Başımı o yana çevirdiğimde odanın halini görmek kaşlarımı kaldırmama neden oldu. Odanın dört bir yanına yerleştirilmiş mumlar gölgelerimizi büyütürken yatağın üzerine ve etrafa dökülmüş gül yaprakları kıkırdamama neden oldu.
"Bu işin altında Su yoksa ben de bir şey bilmiyorum," dedim.
Duman beni usulca ayaklarım üzerine bırakırken kapıyı örttü. "Hoş olmuş," dedi elini belime kaydırdığında. Yüzümü ona döndüm. Uzanıp çenemi sıktı. "Gel bakalım buraya." Sabırsızca beni kenardaki dolaba doğru yürüttü. Dolabın buraya yeni yerleştirildiğini fark ettiğimde kaşlarım havalandı. Duman beni önüne çekerek kollarını belime doladı. Üç kapaklı dolabın ilk kapağını açtığında şokla bakakaldım.
"Duman..." Adı dudaklarımdan dökülürken ne diyeceğimi bilemiyordum. "Bu... Sen bunları nasıl getirttin?"
"Benan'ı çok sevdiğini biliyorum," dedi Benan annenin bana verdiği taçlara bakarken. "Edis'ten küçük bir iyilik istemiş olabilirim." Benan annenin bana verdiği on üç tacın on üçü de buradaydı.
"Çok teşekkür ederim. Ben... Ne kadar sevindim anlatamam."
Eğilip dudaklarını yanağıma bastırdı. "Güzel kraliçem," dedi beni diğer kapağın önüne doğru çektiğinde. Uzanıp o dolabı da açtı. "Demek mücevherleri çok seviyorsun." Dolabın kapağı açılınca her bir rafta onlarca takı gözüme çarptı. Her birinde kolyeler, gerdanlıklar, vücut takıları ve yüzükler vardı. "Sana saf elmastan bir saray inşa edebilirim," diye fısıldadı uzanıp yüzüklerden birini alırken. Elimi avcuna alıp öptü ve kocaman bir taşı olan tek taşı yüzük parmağıma taktı. Ardından gerdanlıklardan birisini boynuma takarken boynuma elmaslardan daha çok öpücükler dizdi.
"Destan sen çıldırmışsın," diye fısıldadım.
"Senin için çıldırdım."
Dudaklarım titredi, boğazım düğümlendi. "Ama ben sana vermek için hiçbir şey almadım. Ben..."
Duman kahkaha attı. "Sen deli misin bebeğim?" diye sordu şaşkın bir şekilde. "Sen benim mucizemsin. Bu yaptıklarım senin bana verdiğin sevginin karşılığı olamaz." Gözlerim dolarken yönümü ona döndüm ve dudaklarına yapıştım. Ona kadar sert bir şekilde öptüm ki Duman gülerek beni kucakladı ve öpüşüme aynı sertlikte karşılık verdi. Hayatım boyunca kimse tarafından böyle sevilmemiştim. Ailem ile aramda sık sık yaşanan kopukluklar göz önüne alındığında hissettiğim bu kesintisiz ve sonsuz sevgi beni şımartmak için yeterliydi.
Parmaklarımın ucunda yükselerek kendimi ona yaslandım. Duman'ın elleri üzerimdeki elbisenin fermuarına indi ve hızlı hareketlerle fermuarı açtı. Elbisenin ayaklarımın dibine düşmesiyle birlikte duvağımı başımdan çıkarttım. Bu gece onun tarafından şımartılacaksam ki beni kesinlikle şımartıyordu, o zaman bedenimdeki kıyafetlerin sadece bana aldığı takılar olmasını istiyordum.
Dudaklarımı onun dudaklarından bir an dahi ayırmadan üzerindeki ceketi sıyırıp attım, ardından da gömleğini sıyırdım. Bana yardımcı olarak gömleği başından çekip çıkarttı, bu yüzden dudaklarımın ayrılmasından hiç memnun olmasam da Duman beni hızlıca dolaba yaslandı. Benim kendi bedeniyle sıkıştırarak ezdiğinde inleyerek dudaklarına uzandım.
"Diğer takılarımı da istiyorum," dedim şımarıkça.
"Hım..." Yana doğru eğildi ve kapağı hala açık olan raflara elini attı. İçinden bir halhal aldı. Dizlerinin üzerine çökerek ayağımı dizinin üzerine koydu ve ucunda kırmızı elmaslar olan halhalı bileğime takarken dudaklarının bacağımın üzerinde oyalandı. Tenim dudaklarının arasında resmen eriyordu. Sırtımı dolaba bastırırken yutkundum. Duman'ın öpücükleri kasıklarıma doğru kaydı. Orada tatlı mırıltılarla oyalanırken parmaklarım saçları arasına kaydı.
"Bakalım başka neler varmış?" Ayağa kalkarak dolabı biraz daha karıştırdı ve bir vücut zinciri çıkarttı. Zincir göğsümün altından ve arasından geçerek bir sutyenin kopçası gibi arkamda bağlanıyordu. Duman özenle bu zinciri de taktı. Beni kendi etrafımda bir tur döndürdü. "Üzerindeki bu kadar mücevhere rağmen nasıl hala sen daha parlaksın?"
"Sus artık," dedim onu kendime çektiğimde. "Beni öldürecek misin sen?" Dudaklarını öptüm. "Hı? Hani sen konuşma konusunda o kadar başarılı değildin? Benin lal ettin burada."
Ellerini kalçalarıma doğru kaydırarak beni tek hamlede kucağına kaldırdığında bacaklarımı beline sararak yerleştim. "Seni daha çok şımartacağım," dedi beni yatağa, güllerin arasına yatırırken. "Seni önce mücevherlerle şımartacağım." Üzerime bir çınar ağacı gibi gerilirken belleri bacaklarımda gezindi. Öpücükleri tenimin her yerindeydi. "Sonra da," bacaklarımın arasına sürterken beni inletti. Sertliğini bütün hatları ile hissederken gözlerim kapandı. "Bununla şımartacağım." Göğsümün ucunu ısırdı çamaşırımın üzerinden. "Ya da ağzımla."
( 18, okumak istemezseniz sonraki emareden itibaren devam edebilirsiniz.)
"Mücevherleri aldım," dedim avuçlarımı kasları üzerinde gezdirirken. "Beni diğer şekilde şımart." Elimi bacaklarının arasına doğru kaydırdım ve onun sertliğini avuçladım. Kendini elime doğru iterken beni iliklerime kadar ısıtan bir sesle inledi.
"Şunu çıkartalım." Uzanıp sutyenimi çıkarttı. Çıkartırken bedenimi saran zincire dikkat etti. "Bundan da kurtulalım." Külotumu sıyırarak bir yerlere fırlattı. Şimdi üzerimde sadece onun hediyeleri vardı. Duman yüzümü göğsüme yaslanarak kokumu içine çekti. Ardından parmaklarını parmaklarımın içine geçirerek ellerimi başımın üzerine hizaladı ve ağırlığını üzerime bırakırken göğüslerimi emdi. Hazla inlerken kıvrılan belimi yukarı iterek göğüslerimi onun ağzına ittirdim.
Duman dilini göğsümü halkasında gezdirerek emdi. Dişlerinin tenime sürtüşünü, mememi asılışı beni çıldırtıyordu. Bacaklarımı beline daha sıkı sararak kendimi ona doğru ittim. Ona bir an önce ihtiyacım vardı, içimde olmasına ihtiyacım vardı. Ama o beni bekletmekte kararlıydı. Ellerimi ondan kurtarmam mümkün değildi. Ritimli bir şekilde kalçalarını hareket ettirerek kendini bana sürtmeye başladığında kalçamı kaldırarak onun baştan çıkartan ritmine ayak uydurdum.
Üzerindeki pantolonun hala yerinde olmasından nefret etsem de ellerimi ondan kurtaramamaktan daha da nefret ettim. Ağzı tenimin üzerinde kayarak aşağı indikçe elleri ellerimi nihayetinde terk etti. Kasıklarımda dolanan dudakları büyük bir beklenti ile kasılmama neden olurken saçlarının arasında gezinen parmaklarım dolayısıyla ona dokunabildiğim için çok daha iyi hissediyordum.
Beni aniden bırakarak yatağa yanıma tırmandı ve yanıma uzandı. Nefes nefese bir şekilde ona bakarken elleri benden uzak kalmaya dayanamıyormuş gibi hızla beni kendine çekti. "Gel buraya," diye fısıldadı. Yapmak istediği şeyi anladığımda ve görüntü zihnimde belirdiğinde resmen kıvranarak inledim. Dizlerimin üzerinde yükseldiğimde yüzünü bacaklarımın arasına yerleştirdi ve avuçları kasıklarımı kalçalarımı okşarken dudaklarını kadınlığıma yaslandı.
Nefesim kesilirken ellerimi onun karnına yerleştirdim, sabırsızca girişimi yoklayan dilini hissetmemle bacaklarım resmen tutmaz olmuştu, dengede kalmamın tek yolu ona tutunmaktı. Bu yüzden eğilerek karnından destek aldım. Gözlerim geriye doğru kayarken zihnim bulandı, nefesimi kontrol edemiyordum. Tek yapabildiğim bilinçsizce ve ilkel bir güdü ile onun ağzına sürtünmekti.
Duygularım hiç olmadığı kadar güçlüydü. Resmen damarlarımın içinde çağlıyordu. Bu şekilde de dayanamayacağımı anladığımda kendimi onun üzerine bıraktım. Duman'ın gülen sesi kasıklarım arasında dağılırken inleyerek gözlerimi yumdum. Yanağıma batan kemerini hissettiğimde sinsi bir his kanıma karıştı ve az önce yumduğum gözlerimi yeniden açarak başımı kaldırdım.
Çıldırmış olmalıydım ama umurumda değildi. Hafifçe doğruldum, bacaklarım hala titriyordu ve Duman acımasızca diliyle beni becerirken ayakta kalmak da mümkün değildi zaten. Onun kemerini çözmeyi başardığımda kendimle gurur duydum, sabırsızca düğmesini çözdüm ve fermuarını indirmemle birlikte Duman inledi.
"Siktir, Gece," diye inlediğinde o da beni anlamıştı.
Dudaklarım kıvrılırken elimi boxerın içine soktum ve beni çıldırtan sertliğini dışarı çıkarttım. "Evet," diye fısıldadım. "Siktir." Dilimi büyük bir arzuyla erkekliğinin üzerine gezdirdiğimde damarlarımda patlayan zevkle birlikte ikimiz de kontrolden çıktık. Onu sabırsız bir açıklıkla ağzıma alırken parmaklarım toplarına kaydı ve elimden gelen en yumuşak ritimle onu okşarken emmeye koyuldum.
Duman'la zihinlerimiz birbirinin içindeydi. Ruhlarımız birbirinin içindeydi. Alessiya ve Mahşer zihinlerimizin bir köşesinde sevişirken iblislerimiz bile birbirinin içindeydi. Ve şimdi o ve ben birbirimize karışıyorduk. Parmağının içime daldığını hissettiğimde haz dolu bir inleme koyuverdim ve onu daha sert emdim. Duman kalçama şaplak attığında inlemem zevk dolu bir çığlığa dönüştü.
"Kızıl, sen beni öldüreceksin." Dilinin kalçalarımın arasına doğru kaydırdığında zihnimde bir çınlama belirdi. Asıl o beni öldürecekti. Dili kelimenin tam anlamıyla her yerimdeydi ve bu aklımı kaçırmama neden olabilirdi. "Saha her şekilde sahip olmak istiyorum," derken içime girip çıkan parmakları hızlanmıştı. Bu yüzden ben de onun ritmiyle birlikte onu daha sert emmeye başlamıştım.
"Gelmek üzereyim," diye inledim.
Duman ikinci bir parmağını daha içime daldığında bacaklarımla karnım aynı anda kasıldı. Genzime kadar inen penisinin kasıldığını hissettiğim anlarda inleyerek ona dişlerimi sürttüm. Duman ağza alınmayacak bir küfür savurduğunda o hızlandıkça ben de dişlerimi geri çekmedim. Birbirimize meydan okuduğumuz anlarda Duman'ın dişleri bacaklarımın iç kısmında bir ısırık izi bıraktı.
"Duman!" dedim zihnimdeki çınlama büyürken.
Yaramaz bir edayla kıkırdadı ve kıçıma bir şaplak daha attı. "Seni adını unutana kadar becereceğim," dedi bacaklarımın içini ısırırken. "Ben, kendiminkini çoktan unuttum seni kahrolası!" Ağzını yeniden oraya yaslandığında ritmi yeniden bulduk, ikimiz de kontrolden çıktığımız için ve zevklerimiz birleşen zihinlerimizde denklendiği için her şey bulanıktı. Zevk bizi yerden yere vuruyordu resmen.
Dakikalar geçerken ve bacaklarıma kadar ıslanmışken sona gelmiştim. Son kez, nefes nefese onu ağzıma aldım ve daha sert bir şekilde toplarını okşadığımda zihnimin içinde bir renk bombası patladı. Çığlıklarım Duman'ın inlemelerine karışırken bir anlığına renklerden kör oldum. Duman da benimle birlikte geldiğinde nefes nefeseydim ya da nefes bile alamıyordum, emin değildim.
Onun üzerinden yana yığılacak gücü kendimde bulduğumda Duman da benden farklı değildi. Birkaç dakika boyunca sadece öylece yattık.
Yine de daha fazlasına ihtiyacım vardı. Onun içimde olmasına, beni doldurmasına ve her daim olduğu gibi beni zorlamasını istiyordum. Zihnimin içinde dönen görüntülerden haberdardı. Bu yüzden beni yüz üstü yatırıp kalçalarımı havaya dikerek becerdiği bir anı hayal ederken onun da gördüğünü biliyordum. Bu çok arsızca bir şeydi ama kendime engel olamıyordum. O zihnimin içini çıplak bedenim kadar net görürken kucağında zıplamayı hayal etmem çok ahlaksızca bir şeydi ama istiyordum.
Söz konusu o olduğunda isteklerime ket vuramıyordum.
Ayağa kalktı, ben yatakta ters yatarken onun pantolonundan ve çamaşırından kurtulmasını seyrettim. Perdelere doğru gitti, buna ilk an anlam veremesem de perdeleri iki yanda duvara tutturmak için kullandığımız halat şeklindeki ipi tek çekişte kopardığında kocaman gözlerle ona baktım, siktir! Bana geri döndü, çok geçmeden de onun kaba gücü altında yatakta olması gerektiği gibi yatıyordum ve ellerim saniyeler içerisinde bağlanmıştı. Onun bu vahşi, orantısız gücünün beni baştan çıkartması normal değildi, biliyordum ama bilmek bir boka yaramıyordu.
Tepemde dikilerek beni süzdü, sert ve acımasız bir ifadesi vardı. Belli ki adımı unutturmaya kararlıydı. Elleri son derece duyarlı tenimi okşarken yutkundum. "Bunu büyüyle çözebileceğimi biliyorsun, değil mi?" diye sordum. Gözleri bana döndüğünde masumane bir şekilde ekledim. "Kocacığım?"
Bir elini bağlı ellerimin üzerine koyarak yüzüme doğru eğildi. Dudakları öpebileceğim kadar yakındaydı, öpmek için davranmıştım ki birkaç santim geri çekilerek buna engel oldu. "Eğer bunu yaparsan anında dururum," dedi, daha önce bu kadar acımasızca hiç tehdit edilmemiştim. Hain adam. Elini bacaklarımın arasına doğru kaydırdı. "Şimdi bacaklarını benim için arala, karıcığım," dediğinde dediğine uyarak bacaklarımı araladım. Gözleri orada gezinirken boynuma kadar kızarmış olsam da Duman beni usul usul okşamaya başladığında vahşi bir şekilde gülümsemişti. "Uslu kız."
Yeniden gözlerime bakarken, bunu yaparken parmağını sonuna kadar içime daldırdı, ardından çıkarttı. İkinci daldırdığında bu defa bir tane parmak daha eşlik ediyordu. Çoktan sırılsıklam olmuştum. Duman ıslak eliyle penisini okşayarak kendini hazırlarken gözlerimi ondan ayırmadım. Ayırmam mümkün değildi. Bacaklarımın arasında kitaplardaki fantastik Yunan tanrıları gibi dikiliyordu. Çırılçıplak, göz alıcı ve baştan çıkartıcı.
"Hazır mısın bebeğim?" diye sorarken kendini bana sürtüyordu.
Yutkundum. "Evet."
"Neye hazırsın?" diye sordu bu defa. "Söyle hadi."
"Beni becermene hazırım," diye fısıldadım.
"Arsız bebeğim," derken kendini içime itti. İkimiz de bir sancı gibi saplanan zevkle inledik. Gözlerim kapanırken alt dudağımı ısırarak kendimi ona ittim. "Arsız karım benim, ağzın nasıl da bozuldu böyle." Ellerini kalçalarıma kaydırarak beni yataktan kaldırdı ve sertçe içime yeniden girdi. Bedenim hissettiğim hazdan dolayı karıncalanırken kendimi tamamen ona teslim etmiştim.
"Beni de kendine benzettin," diye söylendim ama sesim kendime bile yabancı geliyordu. Duman her defasında biraz daha hızlanırken odayı dolduran şakırtı sesleri bütün bedenimin kızarmasına neden oluyordu. Zevkin ya da hazzın bir sesi olsaydı bu kesinlikle ıslak çarpışma sesleri olurdu. Sesler etrafımda dalgalanarak beni baştan çıkartırken Duman yavaşlamak bir yana hızlanarak devam ediyordu.
Ellerimi kurtarmam mümkün bile değildi. Huysuzca bağları asıldığımda bir çare olmayacağını biliyordum. Derken büyüm etrafta dalgalandı ve Duman anında durdu. Gözlerim hızla açıldığında bana bakıyordu. "Bağı çözmek yok," dediğinde huysuzca inledim.
"Lütfen devam et."
"Bağı çözmeyeceksin."
Yutkundum. "Tamam, çözmeyeceğim." Büyümü hissedebiliyor muydu? Kahretsin! Sözümle birlikte yeniden hareketlendi. Nasıl durabiliyordu? Bu lanet irade de nereden geliyordu? Buradan eriyip yatağa karışacakmış gibi hisseden yalnızca ben miydim? Dizlerimi daha çok kendime çekerek ona biraz daha yer açtım. Her vuruşta dibimi bularak beni delirtse de onu olabilecek en son noktada istiyordu. Tenimde öpmediği yalamadığı yer kalmamıştı ama içimde de ulaşmadığı herhangi bir yer kalmasını istemiyordum. Ben onundum ve o da bendimdi.
Biraz sonra benden ayrıldı, kendimi boşluğa düşmüş gibi hissederken onun ellerinde yükseldim. Arkam ona dönük bir pozisyonda dizlerimin üzerinde dururken ellerim hala bağlıydı. Yüzüm yatağın başlığına dönüktü ve Duman beni tahrik etmek için memelerimin ucunu çimdiklerken başım arkaya düşmüştü. Dudakları boynumda yanağımda geziniyordu ve tatlı öpücüklerle sert seksimizi yumuşatmaya çalışıyordu. "Yoruldun mu bebeğim?" diye sordu yanağımı yalamadan önce.
Yorgun da olsam güldüm. "Belki biraz," dedim kalçamı onun erkekliğini sürterken.
"Hım..." Kalçalarımı biraz daha dışarıya çıkartarak ona yeniden sürtündüğümde zaman kaybetmeden içime girdi. Birleşmenin hazzı beni anında yakaladı. Duman da artık kontrolünü kaybediyor olsa gerek ki vuruşları sabırsızdı. Üzerimdeki her bir takı vuruşula hareketlenerek mumun ışığını yakalıyor ve farklı açılardan parlıyordu. Duman'ın az da olsa canımı yakmaya başlayan sert vuruşları karşısında ayakta kalabilmek için yatağın başlığını kavrandım.
"Siktir, yavaşlamamı ister misin?" diye inledi ama sesinde bunu asla istememem için yalvaran bir tını. Canımın yandığını hissediyordu. Yine de başımı iki yana salladım. Birazcık acı beni kışkırtıyordu. Onun vahşi gücü altında böylesine kıvranmaktan kesinlikle rahatsız değildim. Duman bunu duyduğunda rahatlayarak beni tamamen kendi göğsüne yaslandı. Bunu yapmak için saçlarımı asıldığında belim bir hilal şekilde kavislendi ve yoğun vuruşların yanında yer alan belli belirsiz acı beni çığlık atmaya itti.
"Adın neydi güzelim?" diye sordu. "Hatırlıyor musun?" Bir şeyler mırıldandım ama adımdan çok uzaktı. Konuşacak halde değildim. Tek kelime edecek halde değildim. Tek yapabildiğim bilinçsizce kendimi ona daha çok itmekti. Duman'ın diğer eli boğazımı tutarak başımı dudaklarına yaslandığında görüşüm bulanıklaştı. Kısık bir sesle güldü ve parmağını ağzıma itti. Aralı dudaklarım arasından kayan parmaklarına bir şeker gibi sarılarak emdiğimde bulanık görüntüler kayboldu, yerine parlak renkler geldi ve her şey kaymaya başladı.
Bedenim titrerken sadece kısılan sesimle inleyebiliyordum. Duman benimle birlikte boşalırken uzanıp ellerimi bağlayan ipleri çektiği gibi koparttı ve ip parçalara bölerek bileklerimden akıp gitti. Boşta kalan ellerimi onun artık belimi saran kollarının üzerine koydum. Duman biraz yavaşlamıştı, ikimiz de titrerken ve boşalırken her şey karışıktı. Tek bildiğim şey onun adını inlediğimdi ve tek duyduğum şey onun adımı inlediğiydi.
(Devam edebilirsiniz.)
Bir süre sonra o da hareket etmeyi bıraktı. Nefes nefese yatağa devrildik. Hissettiğim yorgunluk değildi, resmen tükenmişlikti. "Destan," diye inledim güçlükle. "Siktir, beni gerçekten de bitirdin."
Duman nefes nefese olsa da gülmeyi başardı. "Ben de seninle birlikte bittim," dedi kollarını bana sararken. Yatağın ortasında çırılçıplak ve sarmaş dolaş yatarken gözlerimi açmaya hayrım yoktu.
"Kesinlikle hamile kaldım," diye mırıldandım. "Resmen hayvan gibi çiftleştik. Bunun başka bir açıklaması olamaz." Kısık bir sesle kıkırdadığını hissettim. Gözlerimi açamıyordum, yüzüm onun göğsüne yaslıydı ve o bana sarılıyordu. Organlarımın hangisinin nerede olduğunu bile bilmiyordum. O kadar uzun süredir ve sert bir şekilde içimdeydi ki ilişkimiz bitmesine rağmen hala içimdeymiş gibi hissediyordum.
"Beni çıldırtıyorsun," diye itiraf etti. "Hayatım boyunca senin dışında kimseyle böyle olmadım, yemin ederim." Parmakları rahmimin hizasında dolandı. "Çocuk işini savaştan sonra düşünsek daha iyi olur," dedi sonra düşünceli bir şekilde.
"Şu an... düşünmeye bile gücüm yok."
Duman kollarını sıktı. "Uyu hadi," dedi. "Birkaç saat sonra seni banyo yapman için çağıracağım." Başımı salladım ya da salladığımı sandım ama üzerimize bir şey örtüldüğünden emindim. Kendime geldikten sonra uykuya dalmam kısa sürdü. Aslında işim vardı, yeniden mabede dönmem gerekiyordu fakat sağıma dönecek kadar bile enerjim yoktu.
"Seni seviyorum," diyebildim uykuya dalmadan önce.
"Ben de seni seviyorum bebeğim," dedi Duman. Sonrası karanlıktı. Derin bir uykuydu.
Uykum yoğun kadar olduğu karanlıktı. Dünyanın başlangıcından kalan bir karanlığın içine çekilmek gibiydi. Kimsenin içine girmek istemeyeceği dahası cesaret edemeyeceği kadar koyu bir karanlıktı. Birisi bir şeyler söylüyordu. Zihnimin içinde bir şarkı vardı. Eski dillerden kalmış, eski enstrümanlardan dökülmüş bir eser gibiydi.
Uyusam da nerede olduğumu biliyordum. Gözlerim kapalı olsa bile bilincim açıktı. Duman'ın sıcaklığını ve sırtıma yaslı güçlü göğsünü hissedebiliyordum ama gözlerimi açamıyordum. Birisi koşuyordu, bir canavar kükrüyordu. Sanki keskin pençeler zihnimi tırmalıyordu.
"Gece," dedi birisi.
"Hı?" diyebildim.
"Mabede gel." Fısıltı kafamın içindeydi, bir ağaç hışırdadı. Bütün yaprakları rüzgârda savrulmuş gibi hışırdadığında sanki birisi beni dürttü. Hızla gözlerim açıldı. Etrafım karanlık sayılmazdı, rüyamda gördüğüm karanlığın yakınında bile geçemezdi. Odanın camı batıya baktığı için güneş doğmadan içerisi tam olarak asla aydınlanmıyordu.
Yutkundum. Duman'ın nefes sesleri dingindi, derin bir uykudaydı. Onu uyandırmamaya dikkat ederek kollarının arasından çıktım. Ona bir şeyler anlatmak istiyordum ama emin olmadan söylemek niyetimde değildim. Bu yüzden büyümün bana sağladığı sessizlikle dolaba ilerledim. Banyo yapmam gerekiyordu fakat şu an vaktim yoktu, hemen gidip gelmeliydim.
İç çamaşırı giymeyi bile atlayarak üzerime bir tişört ve bir eşofman altı geçirdim. Kaptığım kapüşonluyu üzerime geçirirken Duman'a bakıyordum. Yüzünün yarısı yastığa gömülüydü ve dudakları büzüşerek aralanmıştı. Tamam, kocamı öpmek için sonra geri dönecektim ama şu an sırası değildi. Saçlarımı hızlıca, en azından düzgün görünecek kadar atkuyruğu yaptım.
Odadan çıkarken parmaklarımın ucunda ilerlemeye devam ettim. Kapıyı usulca çektiğimde birkaç saniye büyüm Duman'ın etrafına dolanarak uyanıp uyanmadığını kontrol etti ve uyanmadığından emin olduktan sonra etrafıma dolarak benim birlikte hareket etti. Büyüm beni saklarken asansöre binmek dikkat çekebilir diye hemen bir geçit açtım ve kendimi içeri attım. Gün ağarmak üzereydi, ne kadar hızlı hareket edersem o kadar iyi olacaktı.
Kimseye görünmeden hızlıca saraydan çıktım, alt kattaki geçidin önünde yirmi dört saat nöbet tutuluyordu ama ben kimseye görünmek istemiyordum giderken. Bu yüzden yalıyarın yanındaki, yani denizin içindeki geçidi kullanmak için bir kez daha düşünmeden kendimi suya bıraktım.
Mabede yeniden adım attığımda kimse yoktu bu defa. Sabah ışıkları düşmemişti ama her an yeniden çiçeklerin açacağı ve yaprakların gürleşerek Ruh Ağacı'nın yeniden parlamaya başlayacağını biliyordum. Bu yüzden acele etmeliydim. Beni bir sesin çağırdığını biliyordum, elimden olan tek şey buydu. Bir rüya olmadığından da emimdim. Bir nedeni olmalıydı.
Herhangi birisi beni mabede çağıramazdı. Ayağıma bulaşan beyaz, yumuşak kumlara aldırmadan ağaca doğru yürüdüm. Ona doğru attığım her adımda dallarında asılı duran rutalar yanıp söndü. Sanki bana göz kırpıyorlar ya da işaret veriyorlardı. Ağacın dibine kadar yürüdüm ve köklerinin üzerine çıktım. Ellerim kalın, kudretli gövdesinde gezinirken onun canlı olduğunu biliyordum.
Ruh Ağacı canlı ve bilinçliydi.
O kraliçenin kalbinin üzerinde büyüyen bir fidandı ve asırlar boyunca safkan Savaşçıların kanıyla sulanmıştı.
"Beni çağıran sen miydin?" diye sordum ağaca. "Söyle bakalım, neden çağırdın beni?"
Ağaç sadece hışırdadı, rüyamdaki gibi konuşmadı. "Hışırtılardan oluşan bir alfabe mi var?" dedim kaşlarımı kaldırdığımda. Avuçlarımı onun kalın gövdesine yaslamıştım. "Seni anlamıyorum." Ağaç bir kez daha hışırdadığında gözlerimi devirdim ama bunu yapmama kızmış gibi birden ellerimi kendine yapıştırdı. Daha ne olduğunu bile anlamadan beynime sızan bilinci hissettiğimde başım arkaya düşerken bu güç karşısında ayakta kalamadım ve dizlerimin üzerine düştüm. Gözlerim geriye kaymadan önce ağacın bana göz kırparcasına parlayıp sönen meyvelerini gördüm.
Kendimi bir taht odasında bulduğumda gözlerimi kırpıştırarak kendi etrafımda bir tur attım. Bu bir bilinç kaybı değildi. Şu an beynim bir güç tarafından kontrol ediliyordu ve ağaç bana ne göstermek istiyorsa beni onun içine atıyordu.
Kendi etrafımda attığım turu tamamladığımda tahtta oturmakta olan kadını gördüm.
Üzerinde savaş derileri vardı ve kılıcı, aslında şu an benim olan Öfkenin Pençesi, tahtına yaslı bir şekilde duruyordu. Kızıl saçları örülüydü ve bir halat kadar kalın görünüyordu. Omzuna bir Anka kuşu duruyordu. Siyah gözleri üzerime döndüğünde kaşlarımı kaldırdım. Cüretkâr bakışlar, kendinden emin bir ifade, dik omuzlar, savaşçı bir kadın... Sanırım onun kim olduğunu biliyordum.
Kraliçe Astrid.
Beni tepeden tırnağa süzdü, küstah bir tavır takınmıştı. "Merhaba Kraliçe Gece Savaş," dediğinde sesinki otorite damarlarıma kadar işledi. Onun karşısında dururken kendimi tetikte hissediyordum. Kim olsa böylesine bir güç otoritesi karşısında kendini tetikte tutmak isterdi. Üstelik Alessiya'yı hissedemiyordum, sırtımdaki Anka yerinden hiç kımıldamıyordu.
Ben de onu süzdüm. "Merhaba Kraliçe Astrid Savaş," dedim cevaben.
"Beni selamlamayacak mısın?" dediğinde ellerimi önümde bağlamış ona bakıyordum.
"Buna gerek var mı?" diye sordum. "İki kraliçeden birisi neden diğerinin önünde eğilsin?"
"Büyük büyük anneannene saygı göstermen daha hoş olabilirdi," dedi burun kıvırdığında.
"Kendi otoriteni ve egonu tatmin etmek için beni buraya kadar çağırmadığını umuyorum," dediğimde bir an bakışları yüzümde dondu. Cüretkâr sözlerim karşısında afalladığını görebiliyordum. "Beni yanlış anlama ama," diye devam ettim. "Sana övgüler dizmek ve saygımı sunmak için kocamı yatakta bırakıp gelmedim. Hele de savaş burnumuzun dibindeyken."
Astrid şaşkınlık dolu bir kahkaha atarken ayağa kalkmıştı. "Vay canına," dedi merdivenlerden ağır ağır inmeye başladığında. "Ne de küstahsın böyle." Bana doğru attığı her bir adımı seyrederken sessiz kaldım. Bir metre kadar yakınıma girdi ve etrafıma bir tur attı. "İblisine mi güveniyorsun?" diye sordu. "Bu güven oradan mı geliyor?"
"Alessiya ile var olmadım," dedim tam karşımda durduğunda. "O beni daha güçlü yapıyor diye yokluğu güçsüz olacağım anlamına gelmez." Gülümsedim ve ekledim. "Büyükanne."
Astrid gülümsedi. "Demek şu değişik ucubeler o kadar da işe yaramıyor." Ellerini arkasında bağladı. "Zamanında Fahir onları avlardır."
Ben de onun gibi gülümsedim. "İnan bana büyükanne, benim iblisim babamızın avlayabileceği birisi değildi. İkimiz de biliyoruz ki babamız başka bir diyarın tanrıçasını avlayacak kadar güçlü değildi." Onu tepeden aşağı süzdüm. "Bizim bütün gücümüz senden geliyorken sırf onu seviyorsun diye pek de işe yaramayan kocanı göklere çıkartmana gerek yok."
"Haddini aşma güzelim," dedi ama gözlerindeki parıltıya bakılırsa sözlerimden rahatsız olmamıştı. Aksi halde onun gibi bir kadının tepkisini çok daha sert vereceğini hemen anlamıştım. Bunun için onu birkaç dakikadır görüyor olmam bile yeterliydi. "Gözlerini tıpkı Fahir'den almışsın. Aynısı."
"Bunun kendimi daha iyi mi hissettirmesi gerekiyordu?" diye sordum. "Şahsen saçlarımı senden almış olmayı daha çok seviyordum. Ya da gücümü."
Astrid gülümsedi. "Nasıl konuşacağını iyi biliyorsun."
Bileğimdeki bileziği çevirirken onun gözlerine baktım. Duman'ın gözlerini kimden aldığı da belliydi. "Yılanlar Sarayı'nda çok şey öğrendim." Astrid düşünceli bir şekilde yüzüme bakmaya devam etti. Hala beni neden çağırdığını anlamamıştım ama onu bir şekilde seviyordum. O benim idolümdü ve sert sözleri yüzünden birisinden nefret edecek olsaydım ilk önce Kayra'dan sonra kendimden nefret ederdim. "Ama sözlerimde samimiyim," diye devam ettim. "Dürüst olmak gerekirse babamızın bu kadar yüceltilip de senin bu kadar geri planda kalmandan rahatsızım. Duman da seni daha çok seviyor."
Astrid de benim gibi ellerini arkasında bağladı. Aynı boydaydık, dışarıdan bakan birisi bizim ikiz olduğumuzu düşünebilirdi. "Bazen," dedi düşünceli bir tınıda. "Bazılarının öne geçmesine izin verirsin. Bu güçsüz olduğun için değil, sahip olduğun gücü saklamak içindir. Benim şöhretle işim yok kızım," dedi omuzlarını silkerken. "Gücümü kanıtlamaya da ihtiyacım yok. Ben kim olduğumu biliyorsam bu benim için yeterlidir."
"Anlıyorum," diye mırıldandım. "Ama beni neden çağırdığını gerçekten merak ettim." Başımı omzuma doğru yatırdım. "Söylemeyi düşünüyor musun acaba?"
"Ejderhalar uyandı," dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. Çoktan uyanmışlar mıydı? "Evet," dedi aklımı okumuş gibi. "Çoktan uyandılar. Ne yapmayı planlıyorsunuz?"
"Alessiya yanardağı harekete geçirerek Yılan ordusunu kökten yok etmemi söylüyor. Senin yaptığın gibi. Diğer taraftan Duman'ın ejderhalardan birisini öldürebilecek bir gücü var. Zaman kazandırarak gücünü toplamasını sağlayacağız. Ve Ateş, gücü üzerinde son derece usta, o kız kardeşi ile birlikte..." Astrid memnuniyetsiz bir şekilde elini salladığında inancım kırıldı. Devam etmeme bile izin vermemiş olması hem bocalamama hem de sahip olduğum bütün güvenin parçalara ayrılmasına neden olmuştu.
"Bir ejderhayı ateşle yakamazsınız," diye başladı. "Ateş ile Su ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, sonuç olumsuz olacaktır. Sen de gücünü boşuna yanardağ için harcama, orduyu yok etmen hiçbir işe yaramaz, kendi ordunu koruyamadıktan sonra. Planınızdaki tek mantıklı parça Duman'ın gücünü kullanmak ama o da tek atımlık bir silah, birini öldürse bile diğerini öldürmeye gücü kalmaz. Tabii ona zaman kazandırıp o silahı doldurmasını sağlayabilirseniz..."
Derin bir nefes aldım. Yaptığımız bütün planları, üzerinde çalıştığımız her şeyi anında yok etmişti. "Pekâlâ," dedim dişlerimin arasından. "Kraliçemiz ne yapmamızı öneriyor?"
"Şimdi beni iyi dinle," dediğinde arkamdaydı. Kolunu öne doğru uzanarak havaya dokundu ve gerçeklik önümüzde dalgalandığında birden asırlar öncesine gittik. Bir sarayın, görkemli bahçesinde genç bir adam vardı. Yeşil, parlak gözlerinden anladığım kadarıyla bir Yılandı. Önünde, havada asılı duran bir kitap vardı ve gözlerini kitaptan ayırmayarak bir şeyler mırıldanırken bir yandan da havadaki elleri bir rune dizisini tamamlıyordu.
"Nedir bu?" diye sordum.
"O Yılanı görüyor musun?" diye sorduğunda başımı salladım. "O Fahir'in ilk çocuğu, aynı zamanda Yılanların da ilk veliahdı. İzlemeye devam et." Genç adam runeyi sonunda tamamladığında birkaç kelime daha mırıldandı ve bir anda etraftaki bütün güç adamın havada asılı duran runesine doğru akmaya başladı. Ağaçların canı çekildi, her biri kış gelmiş gibi büzüşüp yaprak döktü, etraftaki hizmetlilerin ve uşakların güçleri onlar toz olana kadar aktı. Ta ki her şey son nefesini verene kadar, her şey o runeye aktı ve genç Yılan runeye dokunduğunda rune onu sarıp bedeni parıldamaya başlayana kadar güçle kutsadı.
"Ne çeşit bir büyü bu?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Kolundaki gücün, büyüsü," dedi Astrid. Görüntü birden başa dönmüş ve genç adam yeniden runeyi çizmeye başlamıştı. "Büyü yapabiliyorsun değil mi?" Başımı salladım. "Güzel, sonunda o geri zekâlı Agâh'ın soysuz kanı bir işe yarayacak." Arkamdan çıkarak yanımda durdu. "Mührünü de kullanarak bu runeyi kullandığında etrafında olan herkesin gücünü çekebilirsin. Ya da bir bölümün gücünü, sana kalmış."
"Bu gücü geri yansıtabilirim peki?" diye sordum.
"Çizdiğin rune," dedi gencin çizdiği runeyi gösterirken. "Gücü istediğin gibi dövecek. Yeteri kadar güç toplayabilirsen istediğini yapabilirsin."
Gözlerimi runeden ayırmazken her bir ayrıntısını zihnime kazıdım. "Her şeyi mi?" diye sordum.
Astrid bana baktı. "Her şeyi."
Gülümsedim. "Güzel."
Bu onu da gülümsetti. "Ne yapacağını biliyorsun?" dedi emir olmak ister gibi sorarken.
Parmaklarım bileğimdeki mührün üzerinde dolanırken kanımdaki büyü oyunbaz bir şekilde kımıldandı. "Kesinlikle biliyorum," dedim gülümserken.
"Akıllı kızsın." Yeniden tahtına doğru yürümeye başladı. "Bu arada abine söyle, nikâhtan sonra mabedin bir köşesinde Karabasan ile konuştukları plan Duıman'ın bu işi yapmasından da mantıklı bir plan. Fikrinden dönmesin. Karabasan zeki bir iblismiş." Kısa bir an duraksadı. "Duman'ın orduyu bırakmaması ve o başka alemin piçini haklaması daha mantıklı."
"Bir dakika, ne planı?" diye sormuştum ki kendimi birden ağacın önünde dikilirken buldum. Başka alemin piçi mi? Bu da ne demekti?
"Kendine dikkat et," diye bir ses yankılandı zihnimin içinde son kez. "Sevdim seni."
Olduğum yere çökerek sırtımı ağaca yaslarken başım dönüyordu. "Ben de seni sevdim," diye mırıldandım, karşılık olarak ağaç hışırdandı. İstem dışı dudakları kıvrılırken sırtımdaki kuş yeniden hareket etmeye başladı.
"Ne oldu?" diye sordu Alessiya. "Bir anlığına arafa düştüm sanki."
"Astrid," dedim cevaben. "Benimle konuşmak için çağırmış." Elimi açarak gözlerimi ağaca çevirdim. En yakınımdaki rutaya baktığımda ağaç sanki ne demek istediğimi anlamış gibi rutayı avcumun içine düşürdü. İki elimi de bu değişik, taştan meyvenin üzerine koyarak gözlerimi yumdum, enerji damarlarıma akarak az önceki bilinç kaybından kaynaklanan gücümü tazelerken Alessiya kaşlarını kaldırdı.
"Demek o kadın beni dışarıda bırakabilecek kadar güçlü." Dalgın bir şekilde çenesini kaşıdı. "Bu evrende bu kadar güçlü birilerinin olduğunu düşünmezdim. Kendi bedenimde olmasam dahi beni itebilecek birisi olmamıştı." Alessiya'yı kimse itemezdi kendi bedenindeyken ancak belli ki kraliçe yıllar içerisinde ruhunu güçlendirmişti bu ağaçta. Ne de olsa ölen bütün safkan Savaşçıların kanıyla besleniyordu. Normaldi.
"O hafife alabileceğimiz birisi değil," dedim gözlerimi açtığımda. Avcumdaki taş simsiyah kesilmişti ama gücüm yerine gelmişti. Ayağa kalkıp taşı suyun yanındaki diğer sönmüş rutaların yanına bıraktım ve çıkışa yöneldim. "Ama artık ne yapacağımızı biliyorum."
"Emin misin? Ne anlattı sana?" dediğinde anılarımı ona tamamen açmamla gördüklerimi o da gördü. "Siktir! Bu çok iyi." Sırıttı. "O zaman bu güçle tek başına bir ejderhayı bile haklayabilirsin Gece. Duman da diğerini indirebilirse iş yeniden ordulara biner."
"Hayır." Mabedin geçidinden çıktığımda kendimi sarayın alt katındaki geçidin önünde buldum. Önemli olan giderken görünmemdi. Şimdi görünmem sorun olmayacağı için kapıyı açarak dışarı çıktığımda askerler irkilerek bana döndüler.
"Kraliçem?" dedi soldaki asker eğilerek beni selamladığında ben başımla onu selamladım. "Siz burada mıydınız?"
"Mabetteydim, geceden beri," diye geçiştirdim onu. "Kolay gelsin, iyi nöbetler." Ben giderken ikisi birden beni selamladı. Onları hızla arkamda bıraktım ve koşar adımlarla asansöre yöneldim. Duman uyanmış olabilir miydi? Uyanmamış olsa daha iyi olurdu tabii. Ama çok uyuyan bir adam değildi. Gece uyumadığımız düşünüldüğünde belki de hala uyuyordu.
"Neden hayır, dedin?" diye sordu Alessiya. "Duman'ın ejderhalardan bir diğerini indirmesi fikrine sıcak baktığını sanıyordum."
"Ben bakıyorum." Asansöre adım attım. "Ama görünen o ki Astrid bakmıyor." Astrid başka dünyanın piçi, derken anladığım kadarıyla Gölge'den bahsediyordu. Bizim yanımızdaki iblisler hakkında böyle konuşmazdı. Gölge ve Tufan'ın hakkından Duman ve Mahşer'in geleceğini düşünüyor olmalıydı.
Asansör odamızın olduğu kata geldiğinde hızlı adımlarla ilerledim. Geç kalmamıştım, aslında gidip gelmem bir saat bile sürmemiş olmalıydı. Duman'ın uykusu genel olarak pek derin değildi ve uzun süre uyumuyordu da. Kapının koluna uzandığım an kapı içeriden açıldı ve Duman'la yüz yüze geldim. Gergin yüzü ve çatık kaşlarıyla dışarıya çıkmaya hazırlanıyordu.
"Gece?" Beni gördüğü an bakışları da ifadesi de yumuşadı.
"Sevgilim?" İçeri girdim ve kapıyı arkamdan kapatırken ona baktım.
"Neredeydin?" diye sordu bana uzandığında.
"Çok acil bir işim vardı," dedim ben de kollarımı onun boynuna sararken.
"Acaba karımı gecenin bir yarısında yanımdan kaldıracak kadar acil olan ne?"
"Anlatacağım." Omuzlarından destek alarak kucağına zıpladığımda Duman tek harekette beni yakaladı. Uzanıp onun dudaklarını öptüm. "Banyo yapmam gerekiyor," diye fısıldadım burnumu burnuna sürterken. "Benimle banyoya gel." Duman gülümserken yönünü banyoya çevirdi. Bugünün ne anlama geldiğini biliyordum, o da biliyordu.
Evliliğimizin ilk günüydü.
Evliliğimizin ilk gününde savaş için yola çıkacaktık.
Suyun altına girdiğimizde kendimi onun öpücüklerine bıraktım. Dün gece son derece sert bir seksle sarsılmıştım ama yine de bu, ona olan ihtiyacımı durdurmuyordu. Aslında bugün, hala onu istiyor olmamın nedeni tamamen duygusaldı. Geceki ilişki duygusal ağırlıktan çok yoğun arzu ve şehvet içeriyordu. Ancak şimdiki ilişkimiz savaşın eşiğindeki bir yakınlaşmaydı.
Birbirimizin varlığına duyduğumuz derin muhtaçlık bizi etkiliyordu. Birleşmenin hazzı bir yana onunla olmak, onunla bir olmanın verdiği güveni hissetmek beni besliyordu.
Banyodan çıktığımızda yatağın ucuna yan yana oturduk. Üzerimizi henüz giyinmemiştik, ikimiz de havlularımızla oturuyorduk. Duman'ın ıslak omzu benim ıslak omzuna yaslıyken ellerimiz birbiri içindeydi.
"Gece sana haber vermeden gitmek istemedim," dedim başparmağımla elini okşarken. "Ama çok az uyuyorsun ve gece de yorulmuştun," diye mırıldandığımda Duman gülümsedi. "Mabede gideceğim için bir sorun olmayacağını düşündüm."
"Sadece endişelendim," dedi omzumu öptüğünde. "Attığını her adımı bana söyleyecek değilsin. Mabede neden gitmiştin?"
"Astrid çağırdı."
Duman'ın bakışları aniden gözlerime döndü. "Anlamadım güzelim?" dedi bana doğru biraz daha eğildiğinde.
Gülümsedim. Onu şaşkın görmeyi sevdiğimi söylesem bana kızar mıydı? Duman'ın irileşen gözleri ve kalkan kaşlarını görmek beni gülümsetiyordu. Sevimli görünüyordu. Derin bir nefes aldım ve anlatmaya koyuldum. En başından itibaren, uykularımdan ve uykularımda duyduğum seslerden itibaren ona anlatmaya başladım. Bir yandan da üzerimizi giyindik.
Bugün kraliçe değildim, bugün bir Savaşçı ve bir asker olmam gerekiyordu.
Askerlerin giydiği yandan fermuarlı tulumu üzerime geçirdim. Tulumun altına rahat bir sporcu sutyeni giydiğim için iyi hissediyordum. Bedenimi saran ama çok sıkı olmayan tulumun altına botlarımı geçirdim, saçlarımı ördüm. Ördüğüm saçlarımı sırtıma bıraktığımda Duman arkamdan sarıldı.
"Nasıl birisiydi?" diye sordu Duman aynadaki aksime bakarken.
"Astrid mi?" Başını salladı. "Bana çok benziyordu," dedim kendi yüzüme bakarken. Ona bakmak aynadaki aksime bakmak gibiydi. "Benden en fazla birkaç yaş büyük görünüyordu ama benim birkaç yaş büyük halim gibiydi."
"O kadar güzel miydi?" dedi dudaklarını yanağıma sürterken.
Gülümsedim. "Benden daha güzeldi," dediğimde Duman kaşlarını çattı.
"Bu nasıl mümkün olabilir?" Sesinde büyük bir hayret vardı. "Kim senden daha güzel olabilir? Bu ne cüret?"
Gülümsemem kıkırtıya döndü. "Ya..." Yüzümü ona çevirdim ve parmaklarımın ucunda yükselerek yanağını öptüm. Ardından kokusunu içime çekerek boynunu öptüm. "Beni şımartmaya kararlısın, anladım ben." Dudakları kıvrıldı ve eğilip yüzüme hızlı hızlı onlarca öpücük kondurdu.
"Sözlerimi tutacağım, bu defa tutacağım."
"Delirme," dedim kollarımı ona sararken. "Önemli olan sözlerini tutuyor olman değil, sözlerini tutmak için canın pahasına çabalıyor olman."
O an sımsıkı sarıldık, sımsıkı. Bu sarılma, o kadar çok şey ifade ediyordu ki... Bütün duyguları aynı anda hissediyordum. Hem çaresizdim, hem umutluydum, hem korkuyordum, hem cesurdum...
"Annemlerin yanına uğramam gerek," dedim geri çekildiğimde. "Sen direkt toplantı salonuna in, komutanların gelmesine gerek yok. İlk olarak bizimkiler olsun, bu meseleyi onlarla konuşmalıyız. Savaş planı tamamen değişmeli."
"Ben bir şeyler düşündüm aslında," dedi çenesini kaşırken.
Güldüm ve onu alnından öptüm. "Zeki kocam benim," dedim gülerken. "Eminim düşünmüşsündür ama bunları aşağıda konuşalım çünkü biraz daha odada kalırsak hala seviştiğimizi düşünecekler."
Duman güldü. "Öyle mi? Haksız da sayılmazlar." Uzanıp kalçama şaplak attı.
"Destan!"
"Kızıl!"
"Aşağıda görüşürüz," dedim kapıya doğru yürüdüğümde. "Seni seviyorum kocacığım." Ona öpücük attım.
Duman da gülümsedi. "Ben de seni seviyorum karıcığım."
Hızlı adımlarla aşağı kata indim. Annem ve babamın arasının nasıl olduğunu bilmiyordum ama çok merak ediyordum. Annemle aramız bozukken bu savaşa girmek istemiyordum çünkü kimin öleceği ya da kimin yaşayacağı belli olmayacaktı. Annem belki de alışkındı. Belki de bu savaşlar onu hiç korkutmuyordu ama beni korkutuyordu. Çünkü bu defa onların bile alışkın olmadığı düşmanlarımız vardı.
İblisler hiç olmadığı kadar işin içindeydiler.
Odalarının önüne geldiğimde kapıyı nazikçe çaldım. Birkaç saniye bekledim, kapıyı açan babamdı. Yüzünde içten bir gülümseme vardı. "Baba," dedim ona bakarken. "İçeri girebilir miyim?"
"Gel kızım," dedi babam geri çekildiğinde. Onun yanından geçerek içeri girdim, annem de benim gibi siyah-gri kamuflaj tulumunu giymişti. Saçlarını örüyordu. Beni görünce çekingen bir şekilde birkaç saniye duraksadı, ardından hızla kendini toparladı ve saçının ucunu bağladı. Bana doğru adımladığında ben de arayı soğutmamak için ona doğru yürüdüm ve sarıldık.
"Toplantıya iniyordum," dedim kollarımı sıkarken. "Yarın ordu sahaya iniyormuş." Bunu söylerken bile boğazımda boğum boğum bir acı ve korku hissettim. Ordu sahaya iniyor. Yutkundum. Daha önce telaffuz ettiğim hiçbir cümle bu kadar ağır gelmemişti. "Sizi görmeden gitmek istemedim. Ne olur ne olmaz diye."
"Gece." Babam kolunu boynuma doladı. "Neden böyle şeyler düşünüyorsun güzelim? Korkma, kimseye bir şey olmayacak."
Gözlerimi yumarken yüzümü babamın güven dolu, geniş göğsüne sakladım. "Bilmiyorum baba," diye fısıldadım. "Sadece korkuyorum."
"Korkma. Yakında bitecek." Babamın korkmadığını düşünmüyordum. Karşımızda ejderhalar vardı, iblisler vardı, iblislerin yardımcı adamları vardı. Biz sadece Yılanlar ile savaşsak bu kadar korkmazdım, kimse bu kadar korkmazdı. "Bu defa karşı krallığın yönetimi bizim dostumuz olacak, Edis sayesinde belki de bir daha hiç savaş olmayacak." Saçlarıma öpücükler dizdi. "Bu son savaş diğer bütün savaşlardan daha büyük olacak ama son olacak işte. Buna değer."
"Umarım baba," diye fısıldadım. "Umarım."
Annem yanımıza geldiğinde babam onu da diğer kolunun altına çekti. Şimdi ikimiz de onun kanatları altındayken sanki dünya hiç olmadığı kadar güvenliydi. Fakat bu büyülü an için çok zamanımız yoktu. Derin bir nefes aldım ve ikisine birden baktım. Yan yana birbirilerini tamamlayan iki yapboz parçası gibi görünüyorlardı.
"Savaşta kendinize dikkat edin," dedim ciddi bir şekilde. "Savaştan sonra çocuk yapmaya karar verdik, torunlarınızı görmek istiyorsanız," parmağımı onların yüzüne doğrulttum. "Kendinize dikkat etseniz iyi olur."
İkisinin de dudakları şokla aralandı. "Torunlar mı?" dedi annem.
"Birden fazla mı?" dedi babam.
Kapıya yürürken kıkırdadım. "Evet ama kaç tane olduğunu söyleyemem." Beş olduğunu söylersem utançtan yerin dibine girebilirdim. "Hadi bakalım," dedim kapıyı açtığımda. "Torunlarınızın gücü adına." Annem de babam da gülerek bana katıldıklarında babam koridorda yürürken devamlı tekrar etti.
"Torunlarımızın gücü adına."
Aşağı kattaki büyük toplantı salonunda bir kez daha toplandığımızda herkes son derece huzursuz görünüyordu. Böylesine bir günde kimsenin gülücükler saçması beklenemezdi zaten. Kapılar arkamızdan kapandığında herkes yerine yerleşmişti. Duman ayakta olduğu için ben de onun yanına yürüdüm ve camın önündeki mermere yaslanarak omzumu onun omzuna yaslandım.
"Günaydın," dedi babam. Keyifli görünüyordu. Masada keyifli görünen sadece oydu.
Abim onu süzdü. "Sana da günaydın Akça, pek bir keyifli gördüm seni."
Babam gülümsedi. "Yeni bir gün, savaşmak ve kazanmak için daha çok neden Pusat." Duman'ın da gülümsediğini fark ettim. Babamın aklını okuduğuna yemin edebilirdim. "Evet, bugün akşam çıkıyor muyuz?" diye devam etti. "Erkenden sahaya yerleşmemiz gerektiğini düşünüyorum, kararlaştırdığımız gibi mi her şey."
"Hayır," dedi Duman başını iki yana sallarken. "Her şeyi baştan planlamamız gerecek baba."
"Her şeyi mi?" dedi Kayra.
"Baba mı?" dedi Siyah. Hangisine tepki vereceğini bilemeyen grup şaşkınlık konusunda ikiye bölünmüş haldeydi. Bu yüzden ben tercihimi Duman'ın babama, baba demiş olmasından yana kullanacaktım.
Babam gülümsedi. "Neden evlat?" dedi o da. "Askerlere çoktan emirler verildi, komutanlar hazırlıklarını emirlerimize göre yerine getirdiler."
Duman bana baktı. "Sen anlatmak ister misin hayatım?"
"Hayatım mı?" dedi Ateş. "Duman Savaş'ı kim güncelledi lan?"
"Biraz ciddi olur musunuz?" diye söylendim.
"Ben olamam şahsen," dedi Ateş. "Duman Savaş'ın bir üst modeli çıkmış, nasıl ciddi ve sakin olabilirim?"
"Ateş, kafanı önündeki kadehe sokmamı istemiyorsan kez sesini," dedi Duman kaşlarını çattığında.
Ateş elini göğsüne bastırarak derin bir oh çekti. "Oh! İşte bunlarla gel bana! Çok korktum bir an. Fabrika ayarları açıkmış." Boğazını temizledi ve gözleri bana döndü. "Evet, siz anlatmak ister misiniz Duman'ın hayatı?"
Ellerimi üzerimdeki kamuflaj tulumun derin ceplerine soktum ve bombayı patlattım. "Dün gece Astrid beni mabede çağırdı." Herkes gözlerini kırpıştırarak gözlerime baktığında ufak bir sıfat getirdim. "Kraliçe Astrid çağırdı."
"Kraliçe Astrid mi?" dedi abim. Başımı salladım. "Ona ulaşmaya çalıştığımda beni geri çevirmişti, neden seninle görüşmek istemiş?" Abim dışında herkes şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu ama o ölülerle bağ kurmaya alışkındı. Bu yüzden duruma daha ılımlı yaklaşıyordu.
"Sanırım bana gösterecekleri olduğu için," dedim. "Sen neden ulaşmaya çalışmıştın?"
"Astrid bir savaş dehası." Omuzlarını silkti. "Bizler her ne kadar onu hep zarif bir kraliçe olarak ansak da her daim muhteşem bir Savaşçı olmuştur. Bize akıl vermesini isteyecektim, o da ejderhalar ile karşılaşmamış ama söyleyecek şeyleri vardır diye düşünmüştüm."
"Bir dakika," dedi Yasmin. "Bildiğimiz Astrid'den bahsediyoruz değil mi? Yüce Kraliçe Astrid'den bahsediyoruz."
Başımı salladım. "Evet. Ve maalesef kötü haberlerim de var."
Ceyda kımıldandı. "Ne gibi?" Onu ilk gördüğüm zamanlardaki gibiydi. Bakışları keskin, saçları toplu, üzerinde muhteşem askeri forması ve dik duruşuyla ilk günkü Ceyda'ydı. Korkuyordu ancak cesaretinin baskın gelmesini bir şekilde sağlıyordu.
"Astrid planlarımızı sordu." Anlatmaya başladığımda olduğum yerde duramadım ve odanın içinde yürümeye başladım. "Ejderhaların uyandığını ve savaş için ne planladığımızı sordu." Masanın diğer ucunda durup hepsine birden baktım. "Ve daha ben planlarımızı anlatırken sözümü yarıda kesti." Elimi Astrid gibi salladığımda herkesin yüzü düştü. O an benim yüzümün de böyle düştüğünü biliyordum. Ne hissettiklerini anlayabiliyordum. Oval masanın diğer ucunda ellerimi bastırarak hafifçe eğildim. "Ne yanardağı patlatma fikri, ne Ateş ve Su'nun senkronize çalışması ne de diğerleri... Hiçbir şeyi beğenmedi."
Su sinirleri bozulmuş şekilde güldü. "Kraliçemiz ne emrediyormuş?" diye alayla sordu.
"Sadece Duman'ın gücünü kullanarak ejderhalardan birisini haklama fikrini beğendi ancak onun başka bir iş yapması taraftarı." Omuzlarımı silktim. "Ejderhalardan birisini benim üstlenmemi istiyor."
"Hayır." Abimin sesi bıçaktan daha keskindi. "Kendini onun önüne atamazsın. Nokta."
"Gece yapabilir," dedi Duman. Bu herkesin ona dönmesine neden oldu. Duman'ın benim üzerime aşırı titremesine alışkınlardı. Doğrusu buna ben de alışkındım ancak Duman biliyordu. Artık güçlerimin sınırını biliyordu. Beni kendi elleriyle eğitmişti, onun eğitimi bir demiri döver gibi döverek parlatan ise İblis General Kâbus'tu. Büyümün geldiği kök, ateşimin güç aldığı iblis. O artık benim bir ejderha ile yüzleşebilecek gücüm olduğunu biliyordu.
"Sen aklını mı kaybettin?" dedi abim.
"Ben karıma güveniyorum," dedi Duman. Her şeyden daha önemlisi buydu, Duman bana güveniyordu. Korksam da halkım için, sevdiklerim için cesaretimi toplayacağımı biliyordu. "O bir ateş, direkt Astrid'in soyundan geliyor."
"Bir ejderhaya ateşle yetemezsin," dedi Ateş.
"Gece sadece ateş gücüne sahip değil," dedi Duman da. "O aynı zamanda Fahir'in ilk oğlunun soyundan gelen Agâh'ın büyüsünü taşıyor. Büyüsü ile ateşini birlikte kullanabiliyor."
"Ejderhalar saf büyü değil midir?" dedi Su da. "Onu tek başına birisinin önüne atmayalım, derim. Birisi ile ortak çalışması daha iyi."
"Farkında mısınız bilmiyorum ama onu benden daha çok düşünemezsiniz," dediğinde sesi sertti. "Alessiya onunla birlikte ve ateş Alessiya'nın kontrolünde. Kimse ateş Alessiya'dan daha iyi kullanamaz. Bundan da öte Gece'nin bir mührü sadece güç çekmez üzere. Güçsüz düşerse bile güç çekebilir. Üstelik Astrid ona güvendiyse biz de güvenmeliyiz."
"Ona şöyle bakmayı kes Gece," dedi Cihangir.
Ona döndüm. "Hı?"
"Duman'a onu her an yatak odasına sürükleyecekmişsin gibi bakıyorsun," dediğinde babam, abim ve annemin olduğu bir masada büzü sözü söylemesi yanaklarımın kızarmasına neden oldu. Duman uzanıp onun kafasına bir tane geçirdiğinde küfrederek kafasını tuttu. "Şaka yapmak istemiştim," dedi sandalyesinde biraz daha kayarak kendini saklamaya çalışırken.
"Mümkünse sen bir daha şaka yapma," dedi babam. "Çeneni kapat."
"Peki efendim." Başını aşağı eğdi.
"İçiniz rahat olsun," dedim konuyu dağıtmak için. "Astrid bana bir büyü gösterdi." Bileğimdeki mührü gösterdim. "Bu mührü daha da güçlendirecek bir büyü." Ateş'i işaret ettim. "Sen, benim ortağım sen olacaksın. Ama bu düşündüğün gibi bir ortalık değil. Yapamayacağını söylersen anlarım."
Ateş kaşlarını kaldırdı. "Yapamayacağım ne olabilir ki?"
"Zamanı geldiğinde senden gücünü isteyeceğim," dedim bir çırpıda. "Ateş mührünü gücünü çekmem gerekecek."
Mavi gözlerimiz birbirine tutundu. Ateş ve ben ikizler gibiydik. Bir noktada ateş gücüne sahip herkes birbirine benziyordu çünkü ateş gücü, soyunu koruyordu. Taşındığı genlerin temiz ve net kalmasını sağlıyordu. Bu yüzden Ateş benim erkek halim gibiydi. Beyaz teni, kızıl uzun saçları, mavi gözleri, küçük gamzeleri ile kardeş olduğumuzu bile düşünebilirlerdi.
Onun gözlerinde de korku yoktu. Zerre kadar hem de. "Tamam," dedi sorgulamadan. "Ne zaman istersen."
"Ya ateş gücü körleşirse?" dedi Ceyda korkuyla. "Ya gücünü tamamen kaybederse?"
"Savaşı kaybettikten sonra ateşin bende kalmasının ne önemi var Ceyda?" dedi Ateş nişanlısının elini tuttuğunda.
"Böyle bir şey olacağına ihtimal vermiyorum," dedim dürüst bir şekilde. "Ama öyle bir şey olacaksa bile büyü ve ateş benim vücudumdan çıkacak, olacak şey bana olacaktır."
"Çok içim rahatladı gerçekten," dedi Ceyda gözlerini kocaman açarak. "Ateş ya da sen ne fark eder? İkinizin de başına böyle bir şey gelmesini istemiyorum."
Güldüm. "Korkma, asıl gücü şekillendirecek şey büyü. Ateşle ejderha yakmaya çalışmayacağız." Yani direkt olarak...
"Emin misin kızım?" dedi annem endişeli bir sesle.
Başımı salladım. "Endişe etmeyin." Bakışlarımı abime çevirdim ve parmağım Cihangir'le onu işaret etti. "Siz dökülün bakalım, dün gece hep sağda solda konuşup durdunuz fısır fısır. Ne konuştunuz?"
"Ne konuşması?" dedi Cihangir. "Ben kimseyle konuşmadım."
Gözlerimi kıstım. "O içindeki geveze iblisin konuştuğunu biliyorum. Karabasan, neden çıkıp bize her şeyi anlatmıyorsun? Belli ki abim de çoktan plana ikna olmuş."
Bu defa gözlerini kısan abimdi. "Sen nereden biliyorsun?"
"Astrid planınız her neyse beğenmiş." Omuzlarımı silktim. "Uygulamamız gerektiğini düşünüyor."
Cihangir güldü, hayır, gülen Karabasan'dı. Ölüm kendi kendine homurdanmaya başladı. Duman'ın bir gözü kızıl renge bürünmüştü bile. İkisinin de aynı seviyede baskın olduğu bir haldi bu. Alessiya sessizliğini koruyor, dinliyor, düşünüyordu. Ölüm'ün bu plana başından beri sıcak bakmadığını biliyordum ama merak ediyordum.
"Astrid bizi mi dinlemiş?" dedi abim gülerken.
"Bu fikrin güzel olduğunu biliyordum," dedi Karabasan keyifle.
"Bekle sen," dedi Ölüm. "Bakalım bunun sonuçları ile yüzleşebilecek misin?" Nefesinden bile öfkesini hissedebiliyordum. Sadece ben değil, Karabasan da hissedebiliyor olsa gerek ki yutkundu.
"Başka çaremiz olmadığını biliyorsunuz efendim," dedi Karabasan. "Sizin emrinize karşı gelip fikrimi paylaştığım için beni bağışlayın ancak olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Aksi halde bu savaşı kazanamayız." Abimi işaret etti. "Üstelik Pusat her şeyi biliyor ve kabul etti."
"Pusat az önce kendisinden daha akıllıca bir çözümle gelen kardeşine laf ederken kendisini göz göre göre ölüme atması da çok akıllıca," diye dalga geçti Mahşer.
Su'nun yüzü olduğundan daha beyazdı. "Ne demek bu?" diye sordu abime. "Anlattığından fazlası mı var Pusat?"
Abim, Ölüm'e ters bir bakış attı. Su'ya her şeyi anlatmıştı belli ki ancak bazı kısımların sivri köşeleri törpülenmişti. "Hayır," dedi abim de. "Her şey anlattığım gibi." Yönünü Ölüm'e döndü. "Bu bir savaş Ölüm. Bunu benden daha iyi bilirsin. Savaşta herkesin ölüm tehlikesi vardır. Bunu kendim için söylemiyorum ama bazen birilerini feda etmek bile gerekebilir. Bu böyledir. Eminim bunları benden dinlemeyecek kadar çok tecrübe etmişsindir."
Abim kendini feda edecekti. İstediği kadar kendisi için konuşmadığını söylesin, umurumda değildi. Onu tanıyordum, yanında, gölgesinde büyümüştüm. Yapacaktı. Aklını mı kaçırmıştı?
"Fedakârlık anlık bir şeydir," dedi Ölüm, bilge bir tınıda. "O an yapılması gerekirse hemen karar verilir ve yapılır. Sen baştan fedakârlık yapacağım diye savaşa girersen zaten kendini öldürmenin bir yolunu bulursun ve en lüzumsuz yerin fedakârlık yapılacak yer olduğunu düşünürsün." İşaret parmağı öfkeyle abimi işaret etti. "Bu da seni fedakâr değil, aptal bir kahraman yapar. Kahramana ihtiyacımız yok Pusat, kendine gel."
Abim yutkundu. "Beni çocuk gibi azarlamayı kes," dedi öfkeyle. "Ben ne yaptığımı biliyorum ve senin çocuklarından birisi değilim. Ben bu krallığın kralıyım ve senden emir almıyorum."
"O zaman kral gibi davran!" diye çıkıştı o da. "Bir kral kendini feda etmeye çalışmaz, bir kral en az hasarla o savaştan çıkmaya çalışır!"
"Aklında başka bir yol var mı peki?" diye sordu abim ayağa kalktığında. "Hadi, söyle bize! Bir ejderhayı nasıl öldüreceğimizi söyle!"
"Sakin olun," dedim araya girerek. "Ve şu yol her ne ise bizimle de paylaşın da herkes fikrini söylesin. Kavgalarınızla kaybedecek vaktimiz yok."
"Bırak bu işi Duman devralsın," dedi Mahşer.
"Olmaz," dediğimde Mahşer bana şokla baktı. "Bakma öyle," diye homurdandım. "Ben kimseyi korumaya çalışmıyorum. Zaten hepimiz tehlike altındayız ama Duman, bir ejderhayı öldürürse o zaman Gölge ve Tufan'ı kim öldürecek? Onların hakkından sadece siz gelebiliriz. Doğrusu bunu keyifle üstlenirdim ama ejderhalardan birisini üstlenmem daha önemli."
Abim ellerini beline koyarken kaşlarını kaldırdı. "Evet, fikriniz nedir İblis Kral?"
Ölüm birkaç saniye sessiz kaldı, düşünüyordu. Bakışları sık sık abimle Karabasan arasında gidip geliyordu. Arkasındaki cama yeniden yaslandı ve kısık bir sesle gerçeği bizim için dillendirdi. "Ölürsün Pusat," dedi, son derece keyifsizdi ama netti. "Bana kızıyor olabilirsin ama ben seni kendi tehlikeli planlarından korumaya çalışıyorum. Bunun altından kalkamazsın."
Abimin başı önüne düştü. Derin bir korku ve ümitsizlik dört bir yanımı sardığında kimsenin benden daha farklı olmadığını biliyordum. "Bir ölüyü diriltmek ilk defa yapacağım bir şey," değil dedi abim de. O da keyifsiz olsa da netti.
"Bu sizin soyunuzdan birisini uyandırmaya benzemez," diyen Alessiya'ydı. O da ne olduğunu anlamıştı. Masadaki çoğu kişi anlamamıştı ama biz anlamıştık. Abim bizim diyarımızda yaşamış birisini değil, başka bir diyardan birisini uyandıracaktı. Bu kadarının yasak olduğunu sanıyordum ama sanırım kimse yasakları dinlemeyecekti. Abim Alessiya'ya cevap vermedi, inatçıydı.
"Kimsenin ölmesini istemiyorum," dedi Su net bir şekilde. "Mantıklı bir şey yapalım. Ölüm'ün dediği gibi baştan fedakârlık yapacağız diye savaşa girmeyelim." Abime baktı, ne kadar korktuğunu görebiliyordum. "Savaşı kazanamazsak hayatta kalmamızın bir önemi olmadığını biliyorum," dedi çenesi titriyordu ama ağlamamak için direndiğini görebiliyordum. "Ama sen ölürsen bu savaşı kazanmanın da benim için bir anlamı olmaz."
Bir süre kimse konuşmadı. Abim Su'nun arkasına geçerek ellerinin onun omuzlarına koydu ve güç verici bir şekilde sıktığında Su yutkunarak başını onun karnına yasladı. Onu anlayabiliyordum, belki de onu en iyi ben anlıyordum. Çünkü biliyordum, insanın eşini kaybetmesinin ne kadar ağır bir acıya sebep olduğunu biliyordum.
"Makul olalım," dedi Alessiya ellerini masadan çekerek dikeldiğinde. "Pusat haksız değil." Ölüm karısına huysuz bir bakış attığında Alessiya ona gülümsedi. "Pusat'ın yöntemi mantıklı, eğer istediğimiz kişiyi uyandırabilirse bu çok işimize yarar. Özellikle de Pusat uyandırdığı kişilerin fiziki şeklini alabiliyorsa." Abim başını sallayarak onu onayladı. Kahretsin ki böylesine lanetli ama muhteşem bir gücü vardı. "Kimi uyandıracağınızı anladım," dedi Alessiya gülümserken.
"Bu uyanışlarda bütün güç senden çekilmiyor mu?" dedi Mahşer.
"Evet, bağlantıya dair her şeyi ben sağlıyorum."
"Ama bu kişiden kişiye değişiyor değil mi?" dedi Mahşer bir kez daha. Sorularıyla abimi istediği noktaya yönlendirdiğini anlamıştım. "Yani uyandırdığın herkes için aynı gücü harcamıyorsun."
"Hayır," dedi abim de. "Uyandırdığım kişi ne kadar güçlüyse o kadar güç harcıyorum."
"Peki bu krallığın en güçlüsü kim?" Abim yanıtsız bıraktı, kim olduğuna karar verememiş gibiydi. Bakışları Duman'la benim aramda gidip geliyordu. "Sendin değil mi?" dedi Mahşer. "Mührün körelene kadar sendin." Abim sadece başını salladı. "Ama şimdi en güçlü kişi değilsin. Buna rağmen birçok kişiyi uyandırabildin çünkü hepsi senden daha güçsüzdü ya da baban gibi senin soyundandı."
"Evet," dedi abim bıkkın bir şekilde. "Nereye varmaya çalışıyorsun Mahşer?"
"Hiç kendinden daha güçlü birisini uyandırdın mı?" diye sordu Ölüm onun bıkkınlığına aldırmadan. "Mesela şu an Duman bu krallığın en güçlü ismi, onu uyandırabilir miydin?"
"Çok zor olurdu." Sandalyesine yeniden oturdu. Tufan'ın söylediklerini anımsadım o an. Duman'ın öldüğünü sandığım zamanlarda bana söyledikleri hala aklımdaydı. Duman çok güçlü olduğu için onu aynı güçle çekmek gerektiğini söylemişti ama bunu yapamazdı çünkü Duman tek değildi. Hem Duman'ı çekmek zorundaydı hem de Ölüm'ü. Bunu gücü yetmezdi.
"Benim soyumun," dedi Ölüm. "Sizden ne kadar güçlü olduğunu biliyor musun?"
"Net olarak değil," dedi abim. Konunun nereye dayandığını anlamıştı.
"Ortalama olarak söylemek gerekirse," dedi Acı düşünceli bir şekilde. Kayra geri çekilmişti. "Kraliyet ailesindeki üyelerin toplam gücü ortalama bir iblisin gücüne eşittir."
Orada iyiler ve kötüler yoktur Gece, demişti Edis geldiği yeri anlatırken. Orada kötüler ve daha kötüler, güçlüler ve daha güçlüler vardır.
Ateş ve Su, Duman ve abim, ben bir araya gelirsek ancak bir iblis mi ediyorduk? Hem de ortalama bir iblisin gücüydü, masamızdakiler gibi yüksek kişiler değil. Şaka mıydı bu?
"Yanlış anladıysam beni aydınlat," diyordu Ölüm ama onun gibi birisi hiçbir şeyi yanlış anlamazdı. "Benim diyarımdan birisini uyandırmak için onu, uyandırdığın kişinin gücüne denk bir güçle çekmen gerek. Benim diyarımdan birisini uyandırmak için kendini öldürmen gerek Pusat, ancak ölüm ve kan bu güç açığını dengeler. Bunu yapacak mısın?"
"Gerekirse," dedi abim de.
"Saçmalama!" diye bağırdı Su birden elini masaya vurduğunda. "Başka bir yol bulacağız! Tamam mı? Saçmalama artık!"
"Mahşer," dedi Alessiya, sesi ılımlıydı. "Onları kıvrandırmayı kes." Mahşer karısı ile göz göze geldiğinde hinlikle gülümsedi.
"Sadece sormasını bekliyorum," dedi birden çocuk gibi.
Alessiya da gülümsedi. "Kibirli piç," dedi ama Mahşer alınmış gibi değildi.
"Neyi soracak?" dedi Yazkan heyecanla.
"Sor hadi," dedi Alessiya abimi dürtüklerken. Abimin kafası karışmıştı. "Sor," dedi Alessiya yeniden. "Bana yardım eder misin, bağlantı olur musun, diye sor."
"Ba... Bağlantı mı?" dedi abim umutla. O an, onu gördüm. Pek çok kişi abimin sakladıklarını görmemiş olabilirdi ama ben sesinin titremesinden anlamıştım onu. Kral olabilirdi, kendini feda etmeyi göze almış olabilirdi fakat görüyordum. Bu kararı ne kadar zor verdiğini, bundan ne kadar korktuğunu görebiliyordum. Krallığını yaşatmak için her şeyden vazgeçen bir kraldı o, belki de Mahşer bu yüzden ona karşı böyleydi. Mahşer'in abimi sevdiğini, abimin bütün hırçınlığına rağmen ona bir evlat gibi davrandığını görebiliyordum. Tıpkı Karabasan'a davranışı gibi, Kâbus'a davranışı gibi...
"Sevgili zeki kralımız," dedi Acı alayla. "Acaba İblis Kral Mahşer'in diyarından birisini uyandıracakken onun kanı ve bağı olmadan o diyara girmeyi nasıl düşünüyorsunuz?"
"Ama Mahşer orada değil ki," dedi abim. "Üstelik ölüler Karanlık Diyar'da değil mi? Sizin diyarınızın adının Tamisra olduğunu sanıyordum."
Ölüm kibirle sırıttı. "Karanlık Diyar da benim," derken sanki Beylikdüzü'ndeki iki yüz metre arsasından bahsediyormuş gibi bir tavrı vardı. Oysa ölüler diyarından bahsediyorduk. "Kanımla mühürlü orası, iki diyar da. Ben ölsem de kimse geçemez orayı." Duraksadı. "Tabii bazı yolları var ama çok sıkıntılı. İçeriden açmak gerekiyor." Elini salladı. "Her neyse."
"Yani sen bağlantı olursan o zaman Pusat onu çağırabilir ve hayatta kalabilir, öyle mi?" dedi umutla Su. Nemli gözleri umudun ışığıyla parlıyordu.
"O zaman güç benden çekilir, Pusat'a sadece dayanmak kalır," dedi Ölüm. "Pusat içine giren şeye dayanabilirse hayatta kalır." Durup sırıttı. "Böyle de sapık bir şey söylüyormuşum gibi oldu." Herkes gülüşünü bastırmaya çalışırken abim homurdandı ama onun da gülümsemek üzere olduğunu görebiliyordum.
"Hadi Pusat," dedi Alessiya. "Rica edecek misin?"
Pusat, Mahşer'e baktı. "Buna gerek var mı?"
Mahşer arkasındaki duvara yeniden yaslandı. "Seni dinliyorum."
"Aynı babama benziyorsun," diye homurdandı abim yüzünü buruştururken ama bu söz Ölüm'ün çok hoşuna gitmiş gibi yüz hatları yumuşamış, gülümsemesi daha içten bir hal almıştı. "Dizlerimin üzerine de çökeyim mi?"
"Hayır, emir almadığın birisinin önünde diz çökmene gerek yok," diyerek abimi az önceki laflarıyla vurduğunda abim güldü.
"Bana resmen trip atıyorsun, farkında mısın?" diye sordu abim.
"Ben yaşlı bir adamım, evlat," dedi Ölüm. "Yaşımı bile unuttum. Bana biraz saygı göster, hayatta en çok buna değer veririm. Üstelik götünüzü kurtarıyorum, farkında mısın?"
"Yaşlılığın böyleyse gençliğinde seninle karşılaşmadığım için sevindim," dedi Ateş gülerek.
Alessiya elini yüzüne yelpaze gibi salladı. "Gençken daha fenaydı tabii," dediğinde kendimi tutamayarak güldüm. Sadece ben değil, yaşadığımız endişe ve korkuya rağmen hepimiz gülüyorduk.
(Alessiya'nın her koşul ve ortamda kocasına yükselmesi modum ldhfldjjldşf)
"Bana yardım edecek misin?" dedi abim Ölüm'ün tam karşısında durduğunda. "Yardımına ihtiyacım, ihtiyacımız var." Gülümsedi. "Lütfen?"
Ölüm birkaç saniye kızıl gözlerle ona baktı. "Peki," dedi sonra. "Ederim, ısrara gerek yok." Abim gülerek başını salladığında ben aptal gibi sırıtıyordum. Ölüm karısına baktı. "Yaşlandıkça daha yumuşak birisi oluyorum sanırım," diye homurdandı. "Neyse ki bu zamanlarımda diyarı yönetmiyorum yoksa kimseye söz dinletemezdim."
"Neredeyse şefkatli bir yumak olduğunu söyleyeceğim," dedi Alessiya alay ederek. "Tam bir sevgi ve merhamet yumağısın Mahşer. İsminin hiçbir havası kalmadı."
"Sus!" dedi Ölüm hemen. "Midem bulandı. Yok öyle bir şey!"
"Bir şey soracağım," dedi Yazkan. Ölüm'e baktı. "Şimdi siz," saygıyla devam etti. "Majestelerinin bağ kurmasına yardımcı olacaksanız, o zaman Tufan ve Gölge'yi nasıl öldürecekseniz? Bu gücünüz etkilemeyecek mi?"
"Duman ben olmadan da güçlü," dedi Mahşer kendinden emin bir şekilde. "Benim gücüm olmadan da idare edebilir. Öte yandan zaten çağıracağımız kişi benden güçsüz, bu yüzden gücümün tamamını harcamayacağım." Tehlikeli bir şekilde sırıttı. "İşte şimdi savaşa gerçekten hazırız."
Akşama kadar bütün işler halledildi, ordu hazırdı ama herkes normal davranıyordu. Bir hareketlilik olduğunu elimizden geldiğince saklıyorduk. Karar verdiğimiz yeni görevlerle birlikte iş paylaşımını yaptık. Herkesin bir işi vardı ve kimsenin oradan sapmasına izin verilmeyecekti. Gereksiz fedakârlıklara yer yoktu.
Edis bir şekilde bize haber yollamayı başarmıştı. Astrid'in de dediği gibi ejderhalar uyanmıştı. Saf büyüden ve saf güçten oluşan bu ejderhalar ile aramda büyük bir benzerlik vardı. Onlar da ben de ateşle büyüyü aynı anda kullanabiliyorduk. Ancak onların aksine ben gerçekten korkuyordum. Yılanların orduları da hazırdı ve Edis'in dediğine göre Gölge gerçekten de isminin hakkını veriyordu.
Yanardağı kullanamamamız için ejderhalardan birisini oraya konumlandıracaktı geldiklerinde ve oradaki konumlu ejderha Edis'in sorumluluğundaydı. Diğer ejderhayı ise bizzat kendisi kullanmak istemişti. Bugün, geceden yanardağın arkasına bir birlik yerleşecekti, bu demek oluyordu ki biz oraya vardığımız an ilk çatışma hemen gerçekleşecekti. Askerleriyle etrafımızı sarmayı düşünüyordu ama bu pek işe yaramayacaktı çünkü ejderhalar öldükten sonra askerler çarpışacaktı ve özel askerler sıradan büyücülerden çok daha güçlüydü.
Tabii düşündüğümüz gibi olur da ejderhaları öldürebilirsek...
Güzel haber Hela, Benan'ın kız kardeşi bizimle olacaktı. Son görüşmemizde üzerime yürüyüp benim için intikam yeminleri etmiş olsa da belli ki doğru yolu seçmişti. Nefud da bizim yanımızdaydı. Buna çok sevinmiştim çünkü o krallıktaki nedimem Yeşim ile aralarında derin bir sevgi vardı, yolun sonunda Yeşim'in canının bu denli yanmasını istemezdim. Edis, Yasmin'in babası olan Türkiye Valisi'ne teklifte bile bulunmamıştı çünkü Yılmaz zaten şeytanın tekiydi. Kendi soyuna olan sadakati için kimseyi suçlayamazdım ama o şerefsiz herif çok aşağılıktı.
Güneş batarken hepimiz oturmuştuk, taht odasının pencereleri açıktı ve bahar havası içeri doluyordu. Her şey büyülü gibiydi. Güneşin kızıl ışıkları taht odasının renkli çinili camları sayesinde içeriyi bin bir renge boyarken içeriye dolan ılık hava umut vaat ediyordu. Oysa biz bu gece yola çıkıyorduk. Oturduğum masanın kenarında ayaklarımı sallarken aklımdan onlarca şey geçiyordu.
"Ne diyorsunuz?" diye sordum. "Önden bir birlik yollayalım mı?"
"Neden?" dedi Çınar. "Buna gerek var mı?"
"Bizi daire içine alarak sıkıştırmak isteyecekler. Bunu bir yerden kesmeliyiz, dağın arkasındaki birliğin yolunu keselim erkenden ya da gidip kurulduktan sonra öldürelim." Dağın kontrolünü erkenden elimize almamız gerekiyordu.
"O zaman önden gidelim," dedi Demir, o da aramıza katılmıştı bugün sabah. Bütün akademiler artık bizimleydi. "Önden o kısmı yolladıklarına göre çok kalabalık olmayacaklardır. İzin verirseniz ben önden giderim."
"Benim gitmem daha doğru olur," dedi Siyah.
"Başsavaşçı olarak ordunun ana kısmı ile kalman daha doğru olur," dedi Yazkan da. "Bu işi Demir ve ben üstlenmeliyiz. Benim yönetimimdeki akademi ile melezleri alabiliriz." Ah, bir de melezler vardı, değil mi?
"Melezler açıkça Duman'dan başka kimseden emir almayacaklarını belirttiler," dedi abim kaşları çatılırken. "Bu yüzden ikinci akademi ile ikinci tabur size eşlik etsin. İkinci taburda beş takım var, birbirilerine alışkın askerler." İkisine birden baktı. "Emirlerinize karşı gelmezler. Erkenden gidin." Ayağa kalktı ve krallığın en güçlü askerleri arasına adını yazdırmış askerlere baktı. "Dikkatli olun, bu gece biz de konumlanmak için arkanızdan geleceğiz. Eğer bir sorun olursa bizi haberdar edin, geri çekilmekten korkmayın."
Oturduğum masadan aşağı indim. Karnıma bir ağrı saplanmıştı. Kendimi o kadar huzursuz hissediyordum ki yüzümün gerginliği ve ellerimin soğukluğu canımı sıkıyordu. İkisi de gidiyorlardı, onlara eşlik edecek askerler vardı ama ya onlara bir şey olursa? O zaman yapacaktık?
"Emredersiniz," dedi ikisi de. Asker selamı verdiler.
"Hey," dedim ikisine birden. Gözleri bana döndü. "Başına bir şey getirirseniz sizi gebertirim."
Yazkan gülümsedi. "Emredersiniz kraliçem," dedi eğildiğinde. Demir ise bana sarılmayı seçti. İç geçirdim ve ona sarıldım.
"Emredersiniz kraliçem," dedi o da geri çekildiğinde.
"Sizin için geçit açayım." Geri çekildim. "Toplu olarak geçebilirsiniz, dağın yakınlarına konuşlanmanızı sağlarım." İkisi de başlarını salladılar. Hep birlikte tabura emirleri iletmek ve onların yola koyulmasını sağlamak için kapıya yöneldiğimizde ortamdaki hava gittikçe ağırlaşmıştı. Kimse bir şey demedi, ben kendimi sıkıyordum. Kalbim korkuyla çarpıyordu, resmen korkuyla nefes alıyordum. Yine de ellerimi sıkarak kendimi tuttum.
Arka bahçeye doğru ilerlediğimizde taburun komutanı diğerleri gibi bekliyordu. Beni görünce hepsi asker selamı verdiler. "İkinci tabur hemen hazırlansın," diye emrettim. "Yarım saat içerisinde yola çıkıyorsunuz." Adam emrime itaat ettiğini göstermek için ayağını diğerine vurarak bir selam daha verdi ve arkasını dönüp askerlerini toplamak için yanımdan ayrıldı. Derin bir nefes aldım.
"Dikkatli olun," dedim ikisine birden. "Ejderhalardan birisi ile karşılaşırsanız saklanacak bir yer bulmanız daha mantıklı olur. Yersiz kahramanlık yapmayın ve bize haber uçuracak olan adamları güvenli bir noktada tutun." Bize haber uçuracak adamların ikisi de Ateş gibi ışınlanma gücüne sahipti. Bu yüzden hemen hareket edebileceklerdi. Eğer beklenmendik bir saldırı ya da pusu gibi bir durum olursa hemen müdahale edebilecektik.
"Yazkan!" Melek kıpkırmızı bir yüzle yanımızda belirdiğinde koştuğunu anladım. Nefes nefeseydi. Onun adını bağırması herkesin Yazkan'a bakmasına neden olsa da Melek'in umurunda değildi. Hızlı adımlarla buraya yürüdüğünde Yazkan'ın aklı karışmış bir şekilde ona doğru yürümesini izledim. Belli ki hala hiçbir şeyin farkında değildi.
"Onun akıllı bir adam olduğunu sanıyordum," diye fısıldadı Demir. Düşündüğümden daha çok kişi durumu fark etmişti ve Yazkan bütün körlüğü ile hayatına devam ediyordu.
"Bir şey mi oldu?" diye sordu Yazkan.
"Kalbi kör olabilir," diye fısıldadım ben ellerimi arkamda bağladığımda.
"Ben erkenden yola çıkacağını... Yani çıkacağınızı duydum," dedi bocalamış bir şekilde. Gözleri kısa bir anlığına bana kaydığında ona gülümsedim. O da gergince bana gülümsedi. Ellerimi arkamda bağlayarak omuzlarımı gerdiğimde dikkatim onlardaydı. Etraftaki askerler kendi endişeleri içerisinde dolanırken herkes kimse onların farkında değildi.
"Evet," dedi Yazkan. "Yarım saat içerisinde çıkacağız. Önden müdahale etmemiz gereken bir durum oldu."
"Mira nasıl?" diye sordum Demir'e. Güvende olduğundan emindim, bu yüzden sormaya gerek duymadım. "Biraz daha iyi mi?"
Demir iç geçirdi. "Daha iyi," dedi dalgın bir şekilde. "Aklının bende kalacağını söyledi ve gelmek istedi ama izin veremezdim, mümkün değil."
"Değil." Başımı salladım. "Onu sık sık haberdar et," dedim bakışlarımı ona çevirdiğimde. Yazkan ve Melek kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Sohbetin konusu romantik olmaktan çok uzaktı. "Hamileyken stres olmasın. Kendine de dikkat et, çocuğunu düşün ve fedakârlık yapmaya çalışma."
Demir gülümsedi. "Öyle mi küçük bilge?" diye alay etti benimle. "Başka nasıl öğütleriniz var?"
Dirseğimle karnına vurdum. "Ciddi ol," dedim ama ben ciddi değildim. "Kraliçen konuşuyor burada."
"Emredersiniz kraliçem," dedi kolunu boynuma sardığında. Onun dev gibi vücudunun yanında minicik kalmıştım. Duman'dan bile daha kaslı olduğu için kızıl bir şirin gibi görünüyor olmalıydım. Dikkatimi yeniden Melek ve Yazkan'a verdiğimde biraz daha yaklaşmış olduklarını gördüm ama Yazkan hala aynı soğuk ifade ile bakıyordu.
"Kendinize dikkat edin," dedi Melek onun elini tuttuğunda.
Yazkan birleşen ellerine baktı. "Tamam," dedi kafası karışmış şekilde. "Sen de kendine dikkat et. Ana orduyla geleceksin, sen değil mi?"
"Evet." Melek gülümsedi. "Ben onlarla geleceğim, size benim asistanlarımdan birisi eşlik edecek." İç geçirdi. "Umarım bize hiç ihtiyaç duymazsınız."
"Umarım."
"Hazırız efendim." Komutan birden yanımızda belirdiğinde Yazkan buraya baktı.
"Tamam," dedim ona. "Ormana yönelin, sizin için geçit açacağım." Adam baş selamıyla yanımdan ayrıldı ve askerlerini yönlendirmek için çalıların arasında kayboldu. Bu esnada Yazkan da yanımıza dönmüştü bile. Melek son kez bize baktı ve boğuluyormuş gibi derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini Yazkan'ın ona dönük olan sırtına çevirdi. Onun yüzündeki sıkkın ifadeyi izlemek canımı sıksa da arkasını dönüp saraya girdiğinde Demir benden önce davrandı.
"Salak mısın yoksa bilerek mi öyle davranıyorsun?" diye sordu Demir.
Yazkan, askerlerden birisinin getirdiği kılıç askısını sırtına takarken Demir'e baktı. "Anlamadım."
"Anlamadığını fark ettik," dedim. "Hiçbir şeyi anlamamışsın."
"Sizden neyden bahsediyorsunuz?" Askının kemer tokasını sıkarken kaşlarını çattı.
"Bir kadın savaştan önce koşa koşa seni görmeye geliyorsa," dedi Demir. "Bunun o kadar da çok anlamı yoktur."
Yazkan duraksadı ve ikimizin yüzüne baktı. "Siz delirmişsiniz," dedi sonra gülerek. "Ben, Melek'i arzulayacağı türden bir adam değilim. Biz birlikte büyüdük, o yüzden beni uğurlamak için gelmişse ne var bunda?"
"Öyle mi? Melek hangi türden adamları arzularmış?"
"Kaba olmayan, savaş düşkünü olmayan. Daha kibar ve nazik adamları." Omuzlarını silkti ve kılıcını sırtına yerleştirdi. Simsiyah savaş kıyafetleri içerisinde gerçek bir cellat gibi görünüyordu.
"Kendini layık görmeme sendromu bu," dedi Demir düşünceli bir şekilde.
"Kronik mi dersin?" diye takıldım ben de. "Kurtuluş var mı sence?"
"Kesin sesinizi," diye homurdandı Yazkan. "Onu tanıyorum, sizden daha iyi tanıyorum. O naif birisi, bir şifacı ve ben de doğduğundan beri Yılan öldüren bir askerim. İkimizin ellerinde de kan olabilir ama aynı şekilde değil."
"Hım..." diye mırıldandı Demir. "Hırçın duygular. Bir öpücük çözer gibi."
Ben kıkırdadığımda Yazkan çok da sert olmayacak biçimde onun omzuna vurdu. "Hadi," dedi sonra. "Benimle uğraşmayı bırakın. Zaman kaybediyoruz."
"Git ve onu öp," dedim birden.
Yazkan'ın su yeşili gözleri kocaman oldu. "Bu ne biçim emir böyle?" dedi kocaman gözlerle.
"Melek seni seviyor, senin düşündüğünün aksine belli ki kaba ve kendi toprakları için varını yoğunu ortaya koyan adamlardan hoşlanıyor hem de." Onu ittirdim. "Yürü seni salak! Kıza adam gibi veda et!" Yerinden kımıldamadığında onu bir kez daha ittirdim. "Bize zaman kaybettiriyorsun, ben geçidi açana kadar gidip gelsen iyi olur." Sonunda arkaya doğru bir adım attı.
"Siz ciddisiniz," dedi Yazkan gözlerini kırpıştırırken.
Demir kaşlarını çattı. "Ben her zaman ciddiyimdir."
"Evet," onu gösterdim. "O her zaman ciddidir. Ben de çoğu zaman. O yüzden, yürü." Yazkan'ı bir kez daha iteklediğimde bir adım daha geri gitti. Artık direnmiyordu.
"Sanırım, o zaman... Düzgün bir şekilde veda etmeliyim." Bu defa kendiliğinden geriledi. "Yani ne olur, ne olmaz. Bu bir savaş, değil mi?" Başımı salladım ve gitmesini işaret ettim elimle. Yazkan biraz utanmış ve kızarmıştı, kırk yıl düşünsem onu böyle göreceğim aklıma gelmezdi. Onu daha fazla utandırmamak için arkamı dönüp az önce komutanın gittiği yoldan ilerlemeye başladığımda Demir de beni takip etti.
Beş yüzden fazla asker yüzlerinde büyük bir cesaret ve kararlılıkla beklerken kalbim acıdı. Onları görmek gerçekten canımı yaktı. Ne kadar korkarlarsa korksunlar kaçmıyorlar, kendilerini geri çekmiyorlardı. Korktuklarını bile göstermiyorlardı. Onlara hayranlıkla bakmayı kestim ve derin bir nefes alarak dikkatimi büyüye verdim. Büyük bir geçit için basit bir rune çizmek gerekiyordu.
Bir dairenin içindeki sekiz köşeli yıldız şeklini aldığında rune, dışındaki dairenin etrafını kadim dillerin bilinmez şekilleri sardı ve kendini tamamladı. Runeyi bıraktığım an yeri yakarak genişledi ve karşımızda yeşil, parlak bir geçit belirdi. Etrafa dalga dalga enerji yayarak gerçekliği kesen bu geçide sırtımı çevirdiğimde gözlerimi askerlere çevirdim. Bir şeyler söylemem gerekiyor muydu?
"Krallığımız size her zaman minnettar olacak," dedim yüzlerine teker teker bakarken. Her birisinin yüzünü aklıma kazımak istiyordum. Her birisinin bir hayatı olduğunu ve hiçbirimizin hayatının diğerinden daha değerli olmadığını herkesten önce kendime kabullendirmek istiyordum. "Zaferde de mağlubiyette de. Bu krallık için savaştığınız sürece biz de her zaman sizler için savaşacağız."
Askerlerin hepsi yüzüme bakarken aynı anda asker selamı verdiler. Onların cesaretlerine duyduğum saygıdan ötürü ben de onlara asker selamı ile karşılık verdim.
Birkaç dakika kadar sonra Yazkan yanımıza gelmişti. Saçları hafifçe dağınıktı ve yanakları daha çok kızarmıştı. Evet, Melek onu gerçekten öpmüştü. Hem de ne öpmek. Dudaklarımı birbirine bastırırken Demir boğazını temizledi. "Tek kelime etmeyin," dedi elleriyle saçlarını geriye doğru tararken.
"Peki." Masum bir şekilde omuzlarımı silktim ve geri çekildim. "Yolunuz açık olsun. Bu geçit sizi dağın yakınlarına çıkartacak. Dikkatli olun ve sakın ölmeyin."
"Yarın görüşürüz," dedi Demir güven verircesine.
Gülümsedim. "Görüşürüz."
En önden Yazkan çıktı, onu tabur takip etti. Taburun arkasından iki haberci geçti ve onların arkasından ayrılan en son isim arkalarını kollamak için Demir oldu. Son kişinin de çıkmasıyla birlikte geçit kapandığında gerginliğimi içime gömdüm. "Sakin ol Gece," dedim kendi kendime. "Sakin ol ve nefes al. Korkulacak bir şey yok. Kazanacağız, kazanacağız."
Yeniden saraya döndüm ancak artık dinlenmek ya da oturmak için zaman yoktu. Karanlık çöküyordu. Ordunun geri kalanı da ayaklandı ve diğer bir geçitten geçmek için beklemeye başladılar. Bu esnada üzerime esnek bir tulum giydim. Tulum özel askerlerdekilerin aynısıydı. Bazıları daha bol olanları tercih etmişti ancak bu ordununkinden farklıydı. Ordu kamuflaj giyiyordu, özel askerler ise bedeni ikinci gibi deri gibi sararak bedenle birlikte kusursuz hareket eden, hava geçişi olan ve içeriye soğuk ya da su geçirmeyen bir tulum giyiyordu. Rahattı.
Dizlerimin atlına kadar botlarımın iplerini sıkıca bağladım. Saçlarımı daha sıkı ördüm ve Öfkenin Pençesi'ni sırtıma bağladım.
"Sana güveniyorum," dedi Alessiya. "Ve yanındayım, ihtiyacın olduğu an geri çekilmen yeterli."
Gülümsedim. "Teşekkürler Alessiya, iyi ki varsın."
Dolunay göğün diğer tarafına geçtiğinde artık hepimiz için buradan ayrılma vaktiydi. Muhafızlar ve Çınar burada kalarak sarayı koruyacaktı. Bizler sahaya erkenden konuşlanacaktık, bu yüzden ayrılmanın vakti gelmişti.
Yola çıkmak üzereyken habercilerden birisi döndü ve dağın bizim kontrolümüze geçtiğini haberdar etti, ilk zafer sevinçle geldi. Demir de Yazkan da iyiydi. Bazı askerlerimizi kaybetmiştik ancak naaşları dikkatle ve güvende saklanıyordu. Zamanı geldiğinde hepsi layık oldukları onurlu törenle defnedileceklerdi. Boğazım düğümlenirken gözlerimin dolmasını engelledim ve bugünkü belki de bininci derin nefesimi aldım.
İkinci geçit devasaydı. Bütün orduyu, bütün özel askerleri adım adım geçirecek kadar büyüktü. En önden abim ve babam geçti. Annem ve Su onlara eşlik ediyordu. Biz geride kaldık ve herkesin geçtiğinden emin olduk. Hepimiz geçtiğimizde hava hala karanlıktı. Atların kısık homurtularını duyabiliyordum ama süvariler onları ehlîleştirmekte ustalardı.
Gece ilerlerken ve sabah güneşi savaşın bütün dehşetini göstermek için ortaya çıkmak için dakikaları sayarken Demir ve Yazkan ile çoktan buluşmuştuk. Üstleri başları kan içindeydi ama iyilerdi, sağlıklılardı. Ben Duman'ın kolunun altına dururken sessizdim, Duman da sessizdi.
Her şey konuşulmuş, her şey söylenmişti.
Planlar hazırdı, roller hazırdı.
Son kez seni seviyorum, denmişti.
Bundan sonra sahne savaşındı.
Dağın eteklerine konuşlanmışken güneş doğmaya başladı her dakika biraz daha yükselirken onları gördüm. Devasa platonun diğer ucundaki orduyu. Yutkundum. Ellerim titriyordu.
Herkes toparlanırken onlar bize doğru yaklaşıyordu. Sessizce ve büyük bir kararlılıkla bize yaklaşmalarını izliyorduk. Duman elini tuttuğunda ben de onun elini sımsıkı tuttum.
Seni seviyorum, dedi bir kez daha. Sesi zihnimdeydi. Korkma, yanındayım. Korkma, bu savaşı kazanacağız ve son olacak.
Seni seviyorum, dedim ben de onun zihnine. Korkmuyorum, diye yalan söyledim ama o zaten biliyordu korktuğumu. Korkmayacağım ve kazanacağız. Birlikte.
Atlıların toynak tıkırtısını ve rüzgârın asi gürültüsünü bastıran bir kükreme duyuldu. Devasa bir ejderha kükreyerek başımızın üzerinden geçti, ejderha kıpkırmızıydı. O kadar kırmızıydı ki sanki güneşten yaratılmıştı. Kanatları geceden dikilmiş gibi siyaktı ve aralarındaki damarları lav hatları gibiydi. O üzerimizde daireler çizmeye başladığında Neblina öfkeyle çığlık attı, kendisine meydan okunmasından dahi nefret etmiş gibiydi.
(Şahsen ben olsam altıma yapardım herhalde kjhdkjşadşjahs)
"Şist," diye fısıldadım Anka'mın başını öperken. "Sakin ol kızım, bırak şovlarını yapsınlar. Bizim gösteriyle işimiz yok." Neblina hırs ve öfkeyle soluklanırken omzuma çıktı. Kanatlarını kabartıyor, dolanıp duruyordu.
Ejderhalardan mavi olan, bir şimşeğin vücut bulmuş halini anımsatıyordu, ikizinin yanına katıldı ve beraber akbabalar gibi üzerimizde kanat çırpmaya başladılar. Kükremeleri kemiklerimi bile titretiyor, kalbimin nabzını yeniden belirliyordu resmen.
Rojo ve Bozok başlarını arkaya atarak ulumaya başladıklarında Duman onlara baktı. Yüzünde çelikten bir ifade vardı. Tek bir kası bile kımıldamıyor, ne hissettiğini ya da ne düşündüğünü asla göstermiyordu. Rojo ile Bozok'un ulumalarına karşılık uçsuz bucaksız ormanın derinlerinden geldi. Ulumalar o kadar çok arttı ki Yılanlar ve ormana doğru baktıklarını gördüm.
Ve birden fırladılar.
Onlarca ulu kurt son hız ormanın içinden dökülmeye başladılar. Çalıların üstünden, ağaçların arasından fırladılar. Onlarca ulu kurt, her biri bir insandan daha iri ve güçlülerdi. Bazıları o kadar vahşi ve irilerdi ki Bozok bile onların yanında çocukları gibi kalıyordu. Uğultular büyüdü, her biri farklı renkten onlarca kurt karşı ordunun sağından solundan geçtiler, onlara saldırgan bir şekilde hırladılar. Bazılarının atları ürktü, bazılarının da direkt kendileri ancak kimse bir şey yapmadı.
Kurtlar tam önümüzde durduklarında devasa bir sürü oluşturmuşlardı.
"Bozok ve Rojo'yu türlerinin son üyeleri sanıyordum," dedim Duman.
Duman gülümsedi. "Görünen o ki değiller." Rojo öne doğru çıktı ve simsiyah kurda doğru yürüdü. Kurt diğerlerine nazaran kocamandı, Duman'ın yanında durduğunda onun göğsüne geleceğine emindim dört ayak üzerinde. Kurt Rojo'ya doğru hırladı ve onun yüzünü yaladığında gülümsemem genişledi.
"Sanırım o Bozok'un üvey babası," dediğimde bizi duyanlar kıkırdadı.
"Ailesine ve sürüsüne sahip çıkan bir baba gibi görünüyor," dedi Duman sırıtırken. Bu esnada kurt bir kez daha hırladı ve etraftaki bütün kurtlar başlarını eğdi. Alfa oydu. Kesinlikle vahşi ve otoritesi yüksek bir alfaydı. Kurtlar hiza aldıklarında alfa olan kurt Duman'a baktı. Duman da kurda baktı, aralarında bu bakıştan nasıl bir anlaşma geçti bilmiyordum. Duman'ın hayvanlarla konuşma gücü yoktu ama belli ki onları anlamakta iyiydi.
Başını kurda doğru eğdiğinde kurt da anlamış gibi başını eğdi. Bu nedensizce tüylerimi diken etti.
Ejderhalar, Yılan ordusunun sağına ve soluna indiğinde en öndeki atların üzerinde iki isim vardı.
Gölge ve Kâbus.
Birbirimize baktık.
Gölge sırıttı. Ölüm ona karşılık verdi.
Tufan yoktu, belki de artık ona ulaşmak bile imkânsızdı. Edis bunu açıkça bildirmişti, artık Tufan yoktu. O bile çok önce görmüştü. Gölge bedenin üzerindeki kontrolünü arttırdıkça o direnci kırmanın imkânının olmadığını biliyordum. Bütün iblisler kötüydü ama Gölge haindi. Yediği kaba pisleyen bir pislikti.
"Bu biraz acıtacak," dedi Gölge. Aramızda on metreden fazla olmalıydı ancak büyü onun sesini getiriyordu.
"Ah," dedi Ölüm sırıtırken. "Bu çok acıtacak."
Yutkundum ve gülümsedim. Son kez savaşacaktık. İstediğim olacaktı, son kez. Bu defa kazanmaktan çok barış için savaşacaktık, barış için kan akacaktı ama son olacaktı. Sonunda kazanan barış olacaktı ve biz o dostlar sofrasına oturacaktık.
************
AĞAĞAĞAĞAĞAĞA
Savaş başlıyor...
Noluyo, noluyor....
Aşırı gerginim bu savaş yüzünden. Günlerdir düşünüyorum. Ne kadar uzun olacağını tahmin bile edemiyorum. Sürekli başka ayrıntılar ile boğuşuyorum ve gerçekten gözüm korkuyor.
-Siz olsaydınız nasıl bir taktik uygularsınız?
-Sizce Gece ve Pusat ejderhaların üstesinden gelebilecekler mi? Gece bunu nasıl yapacak?
-En önemlisi sizce savaşta ölenler olacak mı? Tahminleriniz ya da sizin gözden çıkartabilecekleriniz kimler?
İyi akşamlar, görüşmek üzere...