Medya: Ufuk Yıldırım - Yaradana Yalvartma
Hastaneden ayrıldıktan sonra sokaklar da kaç saat dolaştım bilmiyordum. Çantam da üç kuruş param, tonlarca derdim vardı. Tek başına ayakta kalmak öyle zordu ki... Ne yapacağımı, hayatımı nasıl düzene sokacağımı bilmiyordum.
Otobüsten inip eve doğru yürürken yolumun üzerindeki bir markete girip bir paket burgu makarna aldım. Stres mideme vurmuştu, midem bulanıyordu. Yoğurtlu bir makarna bana iyi gelebilirdi. Eve geldiğimde Güneş'in evde olmadığını fark ettim. Makarna paketini mutfağa bıraktıktan sonra ocağa su koyup odama geçerken, kendimi oldukça yorgun hissediyordum.
Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp dolaptan aldığım eşofman ve tişörtü giyerken bugün yaşadığım olayları düşünmeye başladım. Neydi o yaşadıklarım? Sen git adamın odasını gasp et, yetmezmiş gibi bir de kaşını yar. Adamın yüzünün aldığı şekil aklıma gelince sinirle güldüm. Yani tamam, yaptıklarım hiç hoş şeyler değildi ama düşününce komik gelmişti. Peki o canavarın beni deney faresi olarak kullanmak istemesine ne demeli? Evet, bunu dile getirmemiş olabilirdi ama o bakışların başka bir açıklaması olamazdı.
Kıyafetlerimi değiştirdikten sonra mutfağa geçip kaynayan suya makarna paketinin yarısını boşalttım. Acaba diğer yarısını da pişirip Güneş'e mi ayırsam, diye düşünürken bugün o hastanede telefonumdan gelen eşek sesi aklıma geldi. "Zıkkım yesin!" Bana yaptığı bu eşek şakasının hesabını soracaktım ondan. Ya insan kuş sesi falan ayarlardı, eşek sesi ne? Anırma sesleri aklıma geldikçe sinirden çıldıracak gibi oluyordum.
Yarım kalan makarna paketini bir paket lastiği yardımıyla sarıp dolaba kaldırdım. Makarnalar haşlanırken sandalyeye oturup elime telefonumu aldım. Şu hastaneyi merak ettiğim için internetten araştırmak istiyordum. Neydi adı? Ah evet. Uzun, İngilizce bir adı vardı. Keşke telefonumla fotoğrafını çekmiş olsaydım. Her neyse. Nasıl olsa bir daha o hastaneyle bir işim olmayacaktı.
Kaynayan makarnaların suyunu süzüp biraz soğumasını bekledikten sonra yoğurdun içine kattım. Üzerine salçalı sos yapmaya üşendiğim için makarnaları bir tabağa koyarak salona doğru yöneldim. Yorgunluktan bitkin düşen bedenimi koltuğa bıraktıktan sonra kumandanın düğmesine bastım. Televizyon izleyerek makarna yemek kafamdakileri dağıtabilirdi. Makarnadan henüz bir kaşık bile alamamıştım ki, kapıdan gelen seslerle yerimde doğruldum. Güneş, yanında oldukça esmer bir çocukla içeri girdi. Bu kız ben evde yokken eve erkek mi atıyordu?
Beni görmeyi beklemediklerinden ikisi de afallamış halde bana bakıyordu. Güneş, "Şeker senin işte olman gerekmiyor muydu?" dedi memnuniyetsizce. Tabii, ben işte olsaydım oğlanla burada rahat rahat fingirdeyecekti değil mi?
"Sana da merhaba Güneş," dedim imalı bir tonla.
"Merhaba da, hayırdır sen yine işten mi kovuldun?" dedi sırıtarak. Söylediği şeye biraz bozulmuştum ama haklıydı. Sürekli girdiğim işlerden kovuluyordum. Ayağa kalkıp Güneş'e cevap vermeden odama doğru gidecekken esmer çocuk elimdeki makarna tabağını kaptı.
"Yoğurtlu makarnaya bayılırım," diyerek benim kaşığımla, benim makarnamı yemeye başladı hayvan herif. Resmen Güneş'in sevgilisine makarna hazırlamıştım. Kara oğlana tiksinti dolu bir bakış attıktan sonra odama doğru yürümeye başladım. Şu an hiç kimseyle uğraşacak halde değildim.
Güneş'e içimden küfürler ederek odama geçip yatağıma uzandım. Telefondan iş ilanlarının olduğu bir siteye girerek kendime uygun bir iş aramaya başladım. Bir an önce iş bulsam iyi olacaktı çünkü kiranın günü yaklaşıyordu. Üstelik daha geçen ay Güneş'ten aldığım borç parayı bu ay ödeyeceğime söz vermiştim. Tarih tekerrürden ibarettir, demişler, bu benim kaderimdi. Bu hastalık yüzünden sanırım hayatım boyunca hep iş arayacaktım.
Üç saat, tam üç saat boyunca internetteki iş ilanlarına baktım. Üniversite mezunlarına bile birkaç tane yabancı dil şartı koyan ilanlar sinirlerimi bozmuştu. Ben lise mezunu bile değildim ki.
Yine bildiğim yola başvurup dükkanları kapı kapı gezerek iş arayacaktım. Derin bir of çekip telefonu komodinin üzerine bıraktım. Uyumak istiyordum. Sinir bozucu bir şekilde içeriden gelen kahkaha seslerine aldırış etmemeye çalışarak kafamı yastığa gömüp yorganı çektim. Bugün ki yaşadıklarımı bilmem kaçıncı kez düşünürken, gözlerim uykuya yenik düşmüştü.
***
Karnımın üzerinde hissettiğim ağırlıkla inleyerek uyandım. Neydi bu? Tavana sabitlenmiş gözlerimi yavaşça karnıma doğru indirdim. Bir bacak! Çıplak, sıska bir bacak. Yine bir kâbusun içinde olmalıydım çünkü bu hiç normal değildi. Başımı usulca sol tarafa çevirdiğimde, yanımda yatan kızı görünce yüksek sesle bir küfür savurdum. "Siktir! Güneş?"
Yanımda yatan kız, "Ne oluyor yine ya?" diye homurdanarak uyandı. Gözlerimle usulca odayı taradım. Güneş'in odasında ve onun yatağında olduğumu fark edince hızla yataktan kalktım. Yine benimle dalga geçecekti, biliyordum.
"Niye bu saatte kalktın sen?" diyerek mavi gözlerini dikti üzerime. Hiç yadırgamamıştı çünkü alışkındı bu hallerime.
"Şey... Güneş'ciğim, ben dün gece yanlışlıkla senin odana gelmişim ve bak sen şu Allah'ın işine, yine yanlışlıkla senin koynuna girmişim," dedim otuz iki dişimi göstererek.
Sinirle bağırmasına kendimi hazırlamıştım ki gülmeye başladı. "Ya kızım sen ne çeşit bir manyaksın?" dedikten sonra kolumdan tutup beni yanına çekti ve, "Gel buraya," diyerek gıdıklamaya başladı.
"Güneş yapma şunu! Sen bana kızmadın mı?"
"Kızmadım çünkü kızmaktan yoruldum," dedi yüzüne düşen bir tutam saçı geriye atarak. "Hem sen dua et benim yatağıma geldin, ya bir sapığın yatağına gitseydin?" deyince dehşetle büyüdü gözlerim. Haklıydı, ya bir sapığın yatağına gitseydim? Olacakları düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyordu.
"Bakma öyle acıklı acıklı," dedi gülümseyerek. "Kızmadım dedim ya." Bazı geceler hastalığımın etkisiyle Güneş'in odasını kendi odam zannederek yatağına giriyordum. Çoğu zaman nasıl geldiğimi hatırlıyordum ama şu an olduğu gibi hatırlamadığım zamanlar da oluyordu. Güneş'in bu duruma alışması biraz zaman almıştı ama her ne kadar alışmış olsa da bazen çok kızıyordu bana.
"İyi, aferin ama ben sana çok kızgınım," diyerek bir kaşımı kaldırdım.
"Canım dikkatini çekerim yatağıma gelen sensin."
"İyi ama bu benim iradem dışında gerçekleşti, biliyorsun," dedim omuzlarımı silkerek. "Sana kızgın olmamın sebebi, telefonuma ayarladığın eşek sesi," deyince bir anda başını geriye attı ve kahkahalarla gülmeye başladı.
"Lütfen yaptığın şakalara dikkat et Güneş," dedim son derece ciddi bir şekilde. "Sana şaka yapma demiyorum, yap ama beni toplum içerisinde rezil etmeyecek şakalar yap. Zaten yeterince rezil bir insanım, bir de senin yaptığın şakalar eklenince insanlar beni deli zannediyor."
"Ne zannediyor?" dedi kahkahalarının arasından. Öylesine hunharca gülüyordu ki şu an onu boğmak istiyordum. Zaten deli olduğumu ima ediyordu ama iradem dışında yaptıklarımın hiçbiri beni deli yapmazdı. Ona cevap vermeden odasından çıktım çünkü ima ettiği şey yüzünden biraz bozulmuştum. Ben deli değildim.
Banyoya girip yüzümü yıkadıktan sonra mutfağa geçtim. Musluktan çaydanlığı suyla doldurup ocağın üzerine koydum ve altını yaktım. Kahvaltıyı hazırlama sırası bendeydi ve dolapta ne varsa masanın üzerine koydum. Al sana kahvaltı. Kahvaltı hazırlamak ne kadar kolaydı, dolapta ne varsa koy sofraya bitti gitti. Hiç öyle patates kızart, omlet yap falan uğraşacak değildim çünkü bir an evvel kahvaltımı yapıp iş aramaya çıkmalıydım. Çayı demledikten sonra sofraya otururken Güneş'e seslendim. "Kahvaltı hazır, gel artık."
Ben bardaklara çayları doldururken, "Anlat hadi, dün neler oldu?" diyerek mutfağa giriş yaptı. Dün kara oğlan yüzünden konuşma fırsatımız olmamıştı ve merak ediyordu. Derin bir nefes aldım ve anlatmaya başladım.
Güneş'in gülme krizleri arada sohbeti bölse de baştan sona dün olanları en ince ayrıntısına kadar anlattım. Gülmesi beni kızdırmadı çünkü dışarıdan bakınca komikti olanlar. Beni deney faresi olarak kullanmak istemeleri dışında tabii.
"Şu Yunan heykelinden biraz daha bahsetsene, ayrıca adı yok mu bu adamın?" deyince gözlerimi devirerek ayağa kalktım. "Güneş git Allah aşkına. Şu an daha önemli bir sorunum var," dedim bezgin bir tavırla. "Benim iş bulmam lazım ya, işsizim ben."
Duş alıp çıkmam gerekiyordu. Ben banyoya doğru ilerlerken Güneş arkamdan geldi. "Kızım şu çocuğun adını söylesene bari."
"Adını ne yapacaksın?" diyerek tersledim onu. "Nikahına almayı düşünüyorsan seni o kara oğlana ispiyonlarım."
"Of Şeker ya, tamam, sustum," deyince aynadan bir bakış atarak gülümsedim.
"Rüzgâr, adı Rüzgâr'dı."
* * *
Duştan çıktıktan sonra direkt odama geçtim. Koyu yeşil, kıvırcık saçlarımı banyoda yarım saatlik bir uğraşla taramıştım. Yasemin kokulu sprey sıkıp saçlarımın kurumasını beklerken giyinmeye başladım. Sarı bir tişört ve dün giydiğim kot pantolonu üzerime geçirdikten sonra hazırdım bile. Hiç öyle makyajla falan uğraşan bir kız değildim ben. Zaten makyaj malzemem de yoktu. Bazen Güneş'den alıyordum ama her zaman almak yüzsüzlük olurdu. Bu yüzden pek makyaj yapmıyordum.
"Kızım iş aramaya giderken bari düzgün bir şeyler giy," diyerek Güneş girdi odaya. Giyim tarzımı hiç ama hiç beğenmiyordu. Güneş genel olarak beni pek beğenmiyordu.
"Bence bunlar gayet düzgün," dedim bir elimi belime koyarak.
"Gerçekten çok zevksizsin Şeker. Madem bu saçlardan vazgeçmiyorsun," derken saçlarıma tiksinti dolu bir bakış attı. Saçlarımın rengini de hiç beğenmiyordu. "Bari güzel bir şeyler giy, insanlar sana bu yüzden iş vermiyor." Elimden tutup beni kendi odasına doğru çekiştirmeye başladı. "Gel benim dolaptan güzel bir şeyler seçelim sana."
Güneş kıyafet konusunda gerçekten zevkliydi. Babasından gelen paraların çoğunu kıyafet alışverişinde harcıyordu ve dolabında çeşit çeşit çok güzel kıyafetleri vardı.
"Gerek yok," dedim elimi elinden kurtararak. "Böyle iyi. Bir an önce çıkmam gerekiyor Güneş." Yeniden odama geçip çantamı aldım. Zorlu bir gün beni bekliyordu. Neredeyse her ay düzenli olarak iş aramaya çıkıyordum ve artık gerçekten bıkmıştım. "Ben çıkıyorum," diyerek kapıya yöneldim. Güneş'in bugün dersi yoktu ve bütün gün evde keyif yapacaktı. Çalışmak gibi bir derdi de yoktu onun, babası her ay düzenli olarak para gönderiyordu hesabına.
"Bismillah," diyerek kapıyı çektim. Bahçe kapısından çıkarken başımı gökyüzüne kaldırdım, hava kapalı ve fazlasıyla kasvetliydi. Umarım yağmur yağmazdı çünkü üzerime ince bir tişört giymiştim sadece.
Otobüs de bulduğum boş bir koltuğa oturup düşünmeye başladım. Acaba ilk nereden başlamalıydım iş aramaya? Daha önceki işten kovulmalarımda bana uygun iş var mı diye sorup geri çevrildiğim dükkanlara tekrar sormayı düşünmüyordum. Bu yüzden seçeneklerim çok azdı.
Otobüsten inip dükkanların yoğun olduğu sokağa girdikten sonra gördüğüm bir kozmetik dükkanını gözüme kestirdim. Beni gören çalışan büyük bir tebessümle, "Hoş geldiniz efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu. Sanırım beni müşteri sanmıştı.
"Merhaba, ben iş bakıyordum da. Acaba bana uygun bir iş var mı burada?"
Az önce otuz iki dişini göstererek gülümseyen kadının yüzü düşmüştü bir anda. "Maalesef," dedi yüzüme bakma gereği bile duymadan. "Elemana ihtiyacımız yok."
"Teşekkür ederim," dedim. "İyi günler."
Yola çıkıp etrafa bakınarak yürümeye başladım tekrar. Yirmi yıllık hayatım hep böyle zor geçmişti ama son iki yılım çok daha zordu. Girdiğim her işten kendimi kovdurmayı başarıyordum. Benim Güneş gibi destek olanım da yoktu. Ne maddi ne de manevi bir desteğim hiç olmamıştı.
Dükkanların camlarında geziniyordu gözlerim. 'Bayan eleman aranıyor' yazısı gördüğüm bir emlak ofisinin kapısını açarak içeri girdim. Masa başında oturan otuzlu yaşlar da bir adam vardı. Selamlaşma faslı bittikten sonra, "Camdaki iş ilanı için gelmiştim," dedim.
Adamın gözleri bir süre saçlarımda gezindi. Tepeden tırnağa tüm bedenimi süzdükten sonra başını önünde duran bilgisayara çevirdi ve, "Eleman bulduk, yazıyı çıkaracağım birazdan," dedi. Yalancının?
Dış görüntüm yüzünden beni kabul etmediğini keşke bu kadar belli etmeseydi. Bu insanlar hayatında hiç mi yeşil saçlı kız görmemişti? Küfredercesine bir teşekkür edip dükkandan ayrıldım.
Emlakçıdan çıktıktan sonra yolun karşısında duran siyah, lüks bir spor araba dikkatimi çekti. "Millette ne para var arkadaş." Kim bilir kaç paraydı bu araba? Arabaya hayranlıkla bakmayı bırakıp yoluma devam ettim. Bu hayata seyretmek için gelenlerdendim ben.
** *
Evden çıkalı tam sekiz saat olmuştu. Evet, tamı tamına sekiz saat sokaklarda iş aramıştım ama bulamamıştım. Tam eve dönmeye karar vermiştim ki yolumun üzerinde gördüğüm bir esnaf lokantasından içeri girdim.
İçeride sadece oldukça iri, badem bıyıklı bir adam vardı. Masanın başına geçmiş, muhtemelen günün hasılatını sayıyordu. Para saymaya kendini öyle bir kaptırmıştı ki içeri girdiğimi fark etmedi bile. "İyi akşamlar," dedim çekingen bir tonla. Başını aniden kaldırıp bana bakan adam, biraz paniklemişti. "İş arıyorum da, acaba elemana ihtiyacınız var mı?"
Gözleri bir anda aydınlanan, elli yaşlarındaki göbekli adam baştan aşağıya beni süzdükten sonra, "Olabilir," dedi. Olabilir mi?
"Anlayamadım, elemana ihtiyacınız var mı yok mu?" diye sordum.
"Duruma göre değişir, yani olabilir de olmayabilir de," deyince kaşlarım çatıldı istemsizce. Ya benimle dalga geçiyordu ya da aklımdan geçen şey şu an onun da aklından geçiyordu. ,"Buyurun şöyle geçip konuşalım," diyerek masanın arka tarafında duran koltuğu gösterince, benim aklımdan geçen şeyin onun da aklından geçtiğini anladım.
"Hayır, oraya geçmeyeceğim," derken aptal gibi sesim titredi. "Rahatsız ettim, iyi akşamlar," diyerek tam çıkmak için bir adım atmıştım ki kolumdan tutarak beni durdurdu.
"Bekle bir dakika, konuşalım güzel kız," deyince zihnimdeki savunma mekanizması devreye girdi ve çığlığı bastım.
"İmdat! Bu adam bana saldırıyor, yardım edin!" Avazım çıktığı kadar bağırdım. Namusuma göz dikmişti adi herif.
Ben bağırmaya başlayınca afallayan adam, "Ulan bağırma kaltak," diyerek beni sarsmaya başlayınca birden kapı açıldı ve etraftaki dükkanlardan insanlar içeri daldı.
"Yardım edin, bu adam bana saldırdı. Hemen polisi arayın!"
İçeri giren esnaf, sanki böyle bir şeyi bekliyormuş gibi adamın üzerine yürüdü. Adam kendini acındırarak asıl saldıranın ben olduğumu anlatmaya çalışsa da hiç kimse ona inanmadı. Polisin olay yerine gelmesi ve bizi alıp karakola götürmesi yarım saat sürmüştü. Karakol da iki saat boyunca ayakta ifade vermeyi bekledim. Sonunda ifadeler alındı ve adamdan şikayetçi oldum. Ama ne hikmetse benden önce o pis herif elini kolunu sallayarak çıkıp gitti. Üç kuruş için olmadık işlerde çalışıyor, sonra kovuluyor, sonra tekrar iş bulmak için daha beter yerlere girip iş istiyordum. Ne kadar sefil bir hayatım vardı.
Karakoldan çıktıktan sonra tekrar karanlık sokağa yöneldim. Emlakçının karşısında gördüğüm lüks spor araba burada da karşıma çıkmıştı. Karakolun tam karşısında. Sanki beni takip ediyor gibi şimdi de buradaydı.
Biraz ilerledikten sonra beni taciz etmeye çalışan, karakolda şikayetçi olduğum adam yerde kanlar içinde kıvranıyordu. "Hassiktir!" Adamın yanına koştum.
"O adamı sen saldın üzerime değil mi kaltak!" diyerek ağzından köpükler püskürterek bağırdı bana.
Hangi adamdan bahsediyordu bilmiyordum ama onu doğrularcasına, "Beter ol, adi herif," dedim, suratına tükürdüm ve daha sonra koşar adımlarla oradan uzaklaştım. Kim bilir benden başka kimin canını yakmıştı da onu bu hale getirmişlerdi?
Başıma daha ne gelebilir acaba diye düşünerek, nereye gittiğimi bilmez bir halde koşmaya devam ettim. Ana caddelerden birine geldiğimde hızımı düşürdüm ama burada hiç metro ya da otobüs yoktu. Nefesimi kontrol etmeye çalışarak biraz daha yürümeye devam ettim. Dar bir sokağa girdiğimde dinlenmek için gördüğüm bir banka oturdum. İçinde bulunduğum çaresizlik hissi kalbimi sıkıştırıyordu. "Allah'ım bana yardım et, çok çaresizim," diyerek ağlamaya başladım.
Çok çaresizdim. Kimsesizliğim, yaşadığım zorluklar, geçim sıkıntısı ve çok daha fazlası vardı hayatımda. Bu da yetmezmiş gibi bir de işsiz kalmıştım. Bütün gün gezmedik yer, girmedik dükkan bırakmadım ama iş bulamadım. "Artık çok yoruldum," diyerek hıçkırıklarımı serbest bıraktım. Dayanacak gücüm kalmamıştı artık. Oturduğum bankta ağlamaya devam ederken arkamda bir çıtırtı işitince irkildim. Gözümden akan yaşları silip hızlı bir şekilde başımı arkama çevirdiğimde gördüğüm yüz, oturduğum yerde sıçramama neden oldu. Rüzgâr?
Hastanede kaşını yardığım canavar Harvey. Bu adamın burada ne işi vardı? Sokak lambasının hafifçe aydınlattığı yüzünde yorgunluk, bal rengi gözlerinde ise hüzün vardı. Hiçbir şey söylemeden zürafa gibi tepemde dikilmiş bana bakıyordu.
"Sizin ne işiniz var burada?" derken sesim boğazımdan pürüzlü bir şekilde çıkmıştı. Kesin beni öldürmeye gelmişti bu adam, öldürüp yardığım kaşının intikamını alacaktı.
Derin bir iç çekti ve cevap vermeden arkamdan dolanarak yanıma oturdu. Daha sonra başını bana doğru çevirdi ve, "Seninle konuşmamız lazım," dedi.
Onunla konuşacak ne tür bir konumuz olabilirdi ki? Birbirimizi tanımıyorduk bile. Yalan söylüyordu. Ben bu tuzağa düşer miydim? Asla düşmezdim.
Son derece yavaş hareketlerle yerimden kalktım. Sanki ona bir şey söyleyecekmiş gibi bir el hareketi yaptıktan sonra jet hızıyla ters istikamete doğru koşmaya başladım. Bir anlığına arkama dönüp ona baktım. Yüzünde şaşkınlık dolu bir ifadeyle bana bakan adama nefesimi kontrol etmeye çalışarak son kez seslendim.
"Beni öldüremeyeceksin canavar Harvey!"
Aynı hızla yerinden kalktı ve arkamdan seslendi. "Sadece konuşacağız, gel buraya!"
Hı hı, tabii canım, çok beklersin.