9

782 34 1
                                    

18

Bilâl'in türküsü Sinekli Bakkal'dan bir humma salgını gibi gelip geçtikten sonra, kendisinin hayali de Rabia'nın hafızasında söndü.

Tevfik hastaydı. Tifoya tutulmuştu. Baş humması diyorlardı. Konağın doktoru her gün geliyor, bol sulfata, İngiliz tuzu veriyor ve akşamları terletiyorlardı. Rabia babasının yanından ayrılmadı, o Ramazan hiç mukabeleye gitmedi. İmam'ın eline de beş para girmedi.

Tevfik'in her şeyi gibi, hastalığı da mahallenin başlıca hadisesioldu. Son senelerde belli başlı bir hastalıktan kimse ölmemişti. Kızıl, kızamık gibi çocuk salgınları, bir de yaşını başını almış adamlar. Yalnız bu aslan gibi genç Tevfik, İstanbul'un biricik Karagözcüsü ve meddahı, mahallede bu kadar meşhur bir hastalıktan yatıyordu. Kadınlar her vakitten ziyade bakkal dükkânını yabancılara biraz gururla gösteriyorlardı. Bu, hem mahallelinin komşuluk tesanüdünü gösterecek, hem de şöhretini arttıracak bir vak'a idi.

Doktor sükûn tavsiye etmişti. Sokak hemen sustu.

Çocuklar topaçlarını, toplarını aldılar, öteki mahalleye geçtiler.

Her ev, sıra ile bir yemek pişirip Rabia'ya götürüyor, hiç olmazsa bir çorbacık pişiremeyecek kadar, bu büyük dramın haricinde kalacak kadar –şükür– kimse fakir değildi. Öyle bir dram ki hepsinin şefkat, iyilik rolü oynamasını icap ettiriyor ve herkes rolünü büyük bir sadelik ve realizm ile yapıyordu.

Rabia Tevfik'in, Rakım Rabia'nın esiri. Çingene Penbe her gün Rakım'a yardım için orada... Merdivenleri silerken Tevfik'in bağıra bağıra sayıkladığını duyardı. Hep Emine... Hep ilk gençlik günleri... Bir iki defa da Zâti Bey'i Gelibolu bahçelerinde eğlendirdiği geceleri tekrar etti. O zamanlar Rabia, kendini yirmi yaş büyümüş hissetti.

Nihayet hastalık devrini yaptı, geçti. Tevfik iskelet gibi, nekahat devrinde bile Rabia'yı gözünün önünden ayırmak istemedi. Şükriye Hanım elinde bir sepet yemiş her gün Hanımefendi namına hatır sormaya geliyor.

— Bu akşam mutlak gelmelisin, Tevfik Efendi'nin yanına Penbe'yi bırakırsın.

Rabia mutfakta Şükriye Hanım'a kahve pişiriyor, kadın da karşısında küçücük iskemlede, önünde sepet, oturuyordu.

— Bu akşam ne var ki...

— Hem kandil, hem kına gecesi. Mihri Hanım'la Bilâl Bey nişanlanıyor. Perşembe günü nikâh olacak.

— Bahçıvan çırağı nihayet damatlığı elde etti.

— Niçin öyle söylüyorsun, Rabiacığım? Oğlan bir güzelleşti ki... Mihri Hanım gene o Mihri Hanım. Bilâl Bey'e selâmlıkta oda hazırladık. Damat Bey aşağı, Damat Bey yukarı... Oğlandaki kurumu görme.

Şükriye Hanım dedikodu halinde geçen Rabia-Bilâl macerasını bilmiyor değildi. Fakat bunları hiç de kıza nispet vermek için söylemiyordu. Rabia kendi gibi fukara, çalışan sınıfın kızıydı. Onlara fenâ haber verilirken zaman kollamak, mukaddimeyapmak lâzım değildi. Sırf Rabia ile dedikodu yapmak için bunları söylüyordu.

Rabia gözlerini ateşten kaldırmadı. Kapanık yüzünde ne düşündüğünü anlamak kâbil değildi. O, kafasında Mihri'nin kaçık çenesini, fersiz gözlerini, soluk ve porsuk dudaklarını düşünüyordu... Bilhassa dudaklarını... Onları Bilâl –kendi dudaklarını bir defa öptüğü– gibi öpecekti. Kuş gagası gibi dokunup kaçan temas... İçi sızladı.

— Babamı daha bırakamam, Şükriye Hanım, Hanımefendi'nin eteklerinden öperim, kuzum darılmasın.

Sepetten bir tabağa yemiş koydu, Şükriye Hanım'm elinden, bir eliyle fincanı aldı. Acele acele yukarıya gidiyordu.

Sinekli BakkalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin