BÖLÜM 11
▪──── ⚔ ────▪
ANILARIN UFKU
İlerlediğimiz yolun kaldırımları cesetlerle, taşların arasındaki boşluklar kanla, hava acıyla doluydu. Ölü bedenlerin kokusu havayı zehirliyordu. Masumların kanı, yıkılan taş duvarların üstünde kuruyup kalmıştı. Bu kan nasıl yıkanırdı? Hangi yağmurla çıkardı bu kadar acının izleri?
Bazı askerlerin yanından geçtik. Sayıları oldukça azdı. Kızıl Ordu için savaşan, kendi birliklerinden ayrı düşmüş askerlerdi bunlar. Saraya ilerlerken kalanları umursamıyorlardı. Pek bir şey kaldığı da söylenemezdi. Küçük bir kız çocuğunun annesinin solmuş, beyaza çalan yüzünü okşarken çığlık çığlığa ağladığını duydum. Bir oğlanın, asker babasına ait olduğunu tahmin ettiğim bir miğferi kucağında taşıyarak boş boş yürüdüğünü gördüm. Halkın yardım için çaresiz haykırışlarını hissettim. Çığlıkların her biri göğsüme saplanan bir bıçaktı. Her bir görüntü, zihnimde açılan bir yaraydı. Her bir haykırış, hafızama çiviyle kazındı.
Pazarda devriyeye çıkmış gibi görünen bir ekibin yanından geçerken başımızı önümüzde tuttuk. Euria'nın ordusu sivil halktan çalmıyordu. Nasıl oluyordu da bu kadar soylunun dibinde, bir altın bile almıyorlardı? Savaştan kazanılan zaferler, para ve arzuyla kutlanırdı. Kadınların bedenleri birer çuval gibi kullanılır, yıllar boyunca emekle kazanılan halkın parası tek bir gecede askerlerin cebine inerdi. Ama Kızıl Ordu bunu yapmıyordu. Tecavüz etmiyordu. Çalmıyordu. Yalnızca öldürüyordu.
Tüm şehrin üzerinde yankılı bir dehşet havası vardı. Tek bir şafakta binler yok olmuştu. Buradaki kimseyi tanımıyor olsam da yüreğim onlarla yanıyordu.
Meldrik bizi iç halkadan çıkardı ve ormanın yakınındaki orta boy, kare duvarlara sahip derme çatma bir binaya doğru götürdü. Dört atı dikkat çekmeden bağlamamız için yeterince büyük bir ev değildi. Duvarları gri kayalardan inşa edilmişti ve sıradan bir tasarıma sahipti. Bir şövalye için görkemli olmasa da, Meldrik Landstone göze batmayı sevmeyen birine benziyordu.
Atlarımızı evin arka kısmına bırakıp kutuyu andıran binadan içeri girdik. Meldrik aceleyle elimizi yüzümüzü yıkayabilmemiz için su hazırlamaya koyuldu. Biz de o sırada temiz kıyafetler giydik. Elimizi çabuk tutmamız gerektiği için bu sırada neredeyse hiç konuşmadık. Meldrik, bana deri bir yelek verene kadar.
''Gömleğin üzerine giymem için mi?'' diye sordum siyah renkli deri yeleği elinden alırken.
Şövalye başıyla onayladı. ''Bedeninize olur mu emin değilim.''
Deri ceketi elime alıp üzerime tuttum. Meldrik'in vücudu benimkiyle oranlandığında oldukça minyon kalıyordu. Bel kısmından otursa bile, göğüslerim onunkilerden çok daha büyüktü. Yeleğin üst kısmının kapanmasına imkân yoktu. ''Küçük gelse de işe yarar,'' diye mırıldanarak odanın bir köşesine ilerledim. Bu sırada Meldrik, yanımıza alabilmemiz için mutfak dolaplarını boşaltıyordu. Kuru etlere, peynirlere ve ekmeklere bakılırsa bu, genç şövalyenin ilk uzun yolculuğu değildi.
''Tahmin ettiğimden daha hazırlıklısın,'' dedim çantasına doldurduğu yiyeceklere bakarak.
İşine bir an bile ara vermeden cevapladı. ''Bu Kral Asano'nun beni ilk göreve gönderişi değil.''
''Ama muhtemelen sonuncusu.'' Zaiden'ın sesi odada yankılandı. Üzerindeki tozlardan kurtulmuştu. Şanslıydık ki Meldrik'in evinde tam da Zaiden'a olacak bedende kıyafetler mevcuttu. Temiz kıyafetleri ve dik duruşuyla yolculuğa hazır görünüyordu. Birkaç adım atarak aramızdaki mesafeyi kapattı. Vücudu dinç dursa da gözlerinden yorgunluk akıyordu. Kısılmış bakışlarını üzerimde gezdirdi. Sıcak, pürüzlü parmak uçları boynumun etrafında dolaşarak gömleğimin yakasını düzeltti. ''Hazır mısın?'' diye sordu dalgın dalgın gömleğime bakarak. Kim bilir, aklından neler geçiyordu... O da benim kadar sarsılmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İmparatorluğun Kılıcı (Wisteria 3)
FantasyTüm diyar, doğudaki savaş yüzünden kaosa sürüklenmiştir. İmparatorluğu ayakta tutmanın ve Wisteria'yı kurtarmanın tek yolu ise Saige Nerth ve Zaiden Regheena'nın kimsenin neye benzediğini bilmediği bir kahini bulmasıdır.