Bölüm 39 - Uzak ve Soğuk Ormanlara Dönüş

1.1K 119 269
                                    

Haftalar günlerden farksızdı.

Gümüştepe'de daha ne kadar kalacaktık bilmiyordum. Kimse bilmiyordu. Herkes evini özlüyor ve savaşın son bulması için her gece, yaşlı gözlerle dua ediyordu. İnsanlar orada savaş varken burada güvende olmaktan da derin bir rahatsızlık duyuyorlardı. Diğerleri gibi çarpışmak isteyen, pişirdikleri yemekleri Sosna'nın çevresinde bir yerlerdeki askerlerle paylaşmak isteyen anne babalar, neden eve dönemediklerini anlamayan küçük çocuklar vardı.

Herkes mutsuzdu ama işlerimiz bizi meşgul tutarken dikkatimizi dağıtıyordu ve bunun için minnettardık.

Ben çocuklarla ilgileniyordum. Kona'nın da içinde bulunduğu ve yaşları en fazla on olan bir grup çocuğa okuma yazma öğretiyor, onlarla oyunlar oynuyor ve aileleri işleri her neyse onu hallederken ben, evlerinden uzaktaki bu çocuklar için bir öğretmen oluyordum. Benim işim de buydu. Çocukların birlikte geçirdiğimiz zamanın en sevdikleri parçasıysa ne oyunlardı ne de tüm o harfler. Her şeyden öte, onlara anlattığım öykülere bayılıyorlardı.

Onlara altın saçları olan, insanın sesindeki doğruyu yanlıştan ayırabilen, eğlenceli ve kalbi iyilikle dolu bir çocukla ilgili masallar anlattım. Onlara çok cesur ve çok güçlü, soğuğu biraz olsun hissetmeyen, tacı ya da ülkesi olmayan ama fedakâr bir kraliçenin yüreğini taşıyan bir kız ile ilgili masallar anlattım. Ve onlara çok yorgun olsa bile dostları için her türlü maceraya ve tehlikeye atılan, simsiyah saçları ve gözleri olan soluk tenli, yetenekli bir ressamla ilgili masallar anlattım. Bir başka hayatta bu anlattıklarımın hepsi gerçekten yaşanmıştı. Bu kişiler yaşamış ve hep hak ettikleri mutlu sona kavuşmuşlardı. Ancak ne yazık ki bu hayatta olmamıştı bunların hiçbiri. Yine de üçünün de kişiliğine dair minicik bir detayı bile değiştirmeden anlatmıştım ve çocuklar bu karakterleri öyle sevmişlerdi ki üçü, kendi küçük hayran kitlesine sahip olduklarını bilseler ne mutlu olurlardı.

Birkaç çocuk anlattığım kadarıyla kafalarında canlanan Marlo'yu alevden kanatlarıyla, Zaina'yı beyaz peleriniyle ve Nos'u elinde boya paletiyle tuvalin önünde dururken çizmişti. Yalnızca kırmızı, sarı ve siyah kullanılmıştı çünkü elimizdeki boyaların tümü bu üç renkten ibaretti.

Çocuklara bu resimleri yanıma alıp alamayacağımı sordum ve resimleri büyükannemin evine götürdüğümde kendimi bize ayrılan odaya kilitleyip elimde o resimlerle uzunca bir süre ağladım. Özlem beni hiç yalnız bırakmayacaktı. Bir saniyecik bile.

Aynı gece, o küçük, sıkışık odada annem ve Kona uyuyorken gecenin bir yarısı uyandım. Döndüğüm ilk birkaç gece de uyumakta zorlanmış ya da uyurken gecenin belirli noktalarında sebepsiz yere uyandığım olmuştu ve açıkçası bunu çoktan aştığımı sanıyordum ama yine uyandım. Önce birkaç saniye dışarıyı dinledim. Edindiğim bir alışkanlıktı bu artık. Savaş bizi buldu mu yoksa hala arıyor mu anlayabilmek içindi.

Odanın içi karanlıktı, yalnızca belli belirsiz ay ışığı giriyordu içeri, davetli ve görgülü bir misafir gibi. Artık Kuutamo yastığımın altında uyumuyordum. Onun yeri şimdilik yatağımın altıydı ve bu kadarcık mesafe bile fazlasıyla uzakmışız gibi hissettiriyordu. Elim yatağın altına uzanmak üzereyken karşıda onu görünce telaşla ayağa kalktım.

"Nos!"

İmkânsız.

"Ne işin var burada? İnsan toprakları burası, sen... Sen buraya nasıl geldin?"

Nos gülümsedi. Bir daha hiç göremeyeceğimi düşündüğüm gülümsemesiyle kutsadı yüzümü. Kibar, içten ve sıcak bakışıyla ısıtıyordu beni yine, her zamanki gibi.

"Eira..." diye seslendi sakince. İsmim onun sesine ne kadar da çok yakışıyordu! "Hatırlamıyor musun? Öldüm ben. Hiçbir yere ait değilim artık."

Gümüş YürekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin