36| ELVEDA ALACALI

En başından başla
                                    

Diğeri de Fiko. Adı aslında Fikret ama Fiko dedirtiyor kendisine. Fikret de Ankara'dan Orhan'la getirilmiş. O pek bahsetmiyor neden burada olduğundan fakat milliyetçilerle bir davası olduğu belli. "Ben çok hatalar yaptım," der durur. En çok sigara içen o. Hepimizden büyük, otuzlarının sonunda. Ümit onun birini vurduğunu söylüyor, bundanmış bütün hata dediği. Bir anlık dolduruşa gelmiş, kışkırtmışlar onu. Bir sokak ortasında ya o sağcı bunu vuracakmış ya da bu onu. Fikret vurmuş. İkisi de orta yaşlarda halbuki, heba edilen hayatlar...

Duyduğumda aklıma gelen ilk şey Vedat oldu. On sekizindeki Vedat... Ölü bedeni kollarımdaki Vedat... Tomurcuklanmadan solan bir fide... Moralim bozuluyor onu düşündükçe. Her gece uyumadan dua ediyorum ruhu huzura ermiş olsun diye. Onda kendimi görmüştüm. Onda ilk gençlik yıllarımı, toyluğumu, çabamı ve inancımı görmüştüm. O, benim kollarımda ölmüştü.

Akşama kadar plan kurduk. Onlar Fransa'ya gideceklerdi. Fikret oradan Belçika'ya geçecekmiş, akrabaları varmış. Ben İtalya'ya... Akşamın yedisine doğru çıktık. Gümülcine'den binecektik trene fakat oradaki istasyon ana istasyon değilmiş, karıştırmışız. Mecburen bir buçuk saat daha gittik bir araba bulup, Xanthi tren istasyonuna vardık. Selanik'e giden treni kaçırmıştık. Mecburen sabahı beklemek zorunda kaldık. Ümit, Hasan, Orhan ve Fikret banklara kıvrılıp yattığında ben de bir jeton alarak ankesörlü telefonun başına geçtim. Yalının numarasını tuşladım umutsuzca. Bekledim, bekledim... Çalmadı bile. Tekrar denedim, tık yoktu. Pes ettim sonra.

Ocak ayının ayazında istasyonun dışına çıktım, tren raylarına bakarak bir sigara yaktım. Çok ıssız, çok sessizdi buralar. Hava buz gibiydi. Tabii gece oluşunun da etkisi vardı. Üzerimdeki ince ceket ve içimdeki hırka yetersiz kalıyordu beni ısıtmaya ama yine de burada kalıp donmak istiyordum. Uyuşmak... Çünkü uyuşmadıkça Ayten'i düşünmeden edemiyordum. Korkuyordum. Şimdi Selanik'e, oradan da başka bir trenle Avrupa'nın içine geçecektik. Tabii bir noktada ben onlardan ayrılacaktım. Tüm bu süre zarfında aşağı yukarı iki gün sonra Bari'de olacaktım. Bir mektup yazsam, yollasam... Kaç günde ulaşırdı İstanbul'a? Bilmiyordum. Geç kalmamayı umut ediyordum bir şeyler için. Kendine bir şey yapmasından korkuyordum.

Fakat yaşıyordu, biliyordum. Nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ama hissediyordum yaşadığını. Bir yerlerde hâlâ hayattasın, Zümrüt. Lakin nerede?

Sabah saat yedide geldi trenimiz. Hasan aldı biletlerimizi, dilim olduğundan ben kondüktörle konuştum. Tuhaf bakışların hedefi olduğumuz doğruydu, yine de hiç kimse bir şey sormadı. Tren hareket etmeye başladığında istasyonda bekleşen, el sallayan kalabalıktan gözlerimi kaçırdım. İstanbul'dan Ankara'ya gidişim geldi aklıma. Zümrüt'ün göz yaşları... Ne çok ağlar, ne çok üzülürdü. Sanki canından can gidiyor gibi. Öyle zamanda böyle ağlayan kız... Öldü demişler beni, bin kez o da ölmüştür. Kafamı iki yana sallayarak trenin hareketinden kısa bir süre sonra kalktım. Ümit de benden sonra ayaklandı. Kapıların olduğu bölüme ilerlerken ceketimin cebinden sigaramı ve ateşimi çıkarıp yaktım. Ümit de ağır kapıyı açtı. Buz gibi hava ama içimiz yanıyor ikimizin de. O da yaktı bir sigara. Bir süre hiç konuşmadık. Sonra o türkü söylemeye başladı.

"Karadır kaşların, ferman yazdırır
Bu dert beni diyar diyar gezdirir."

Gülümseyerek güneşin yeni yeni ışıklarını serdiği bağlara, bahçelere bakındım. Kara kaşları, iri kara gözleriyle Zümrüt bana hiç bilmediğim, farklı bir diyara gelmişim gibi hissettirirdi. Ben Zümrüt'ten önce kahverengiyi bu denli sevdiğimi bilmezdim. Meğer en sevdiğim renk buymuş, fark etmemişim.

Alnımı trenin kapısına yasladım. "Lokman hekim gelse, yaram azdırır. Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin."

Geleceksin. Ne pahasına olursa olsu bana geleceksin, Zümrüt. Biz bunca şeyin yarasını beraber saracağız.

KIRMIZI GÜLLER ÇABUK SOLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin