🥀Neşe Karaböcek-İntizar
Hümeyra-Sessiz Gemi
Ferdi Özbeğen-Yok Yok Yalan Deme***
***
Kendimi; hayatın bazen hoyratça bazen de aheste aheste esen ılık rüzgârına bırakmış, ipini koparalı çok olmuş yaldızlı bir uçurtma gibi hissediyordum o yaz. Yüzüm sürekli güneşe dönükmüş, kuyruğumda bir dünya renkli ve ışıltılı krapon kağıdından kırpıklar salınıyormuş, yaldızlarımı da sevgilimden almış, kıpkırmızı bir uçurtmaymışım sanki ben. Mutluydum. Mutluluk, ağzıma çalınmış bir parmak bal gibiydi; damağımda eridi ve tüm hayatıma yayıldı.
Karacaların Nişantaşı'nda açılan trikotaj atölyesinde çalışmaya başlamam, Akın'la kaçak gittiğimiz Anadolu rock konserleri, çeşitli eylemlerin kıyısında destekler nitelikte attığımız sloganlar, içtiğimiz aromalı şaraplar, Mete'nin "Bab bab!"dan öteye gidemeyen baba deme çabası, Akın'ın çalıştığı gazetede yayınlanacak olan ilk siyasi makalesini -her ne kadar anlamasam da- bana okutması, sigaraya başlamam, sigara üzerinden Akın'la baş ağrıtıcı bir tartışmaya girmem, kuruyan güller için yalıdaki kapalı odalardan birini kullanmam... Hepsi 1981 yılının Temmuz ve Ağustos'unda gerçekleşti.
Şebnem de hayatıma bu evrede girmişti. Trikotaj atölyesindeki en yakın arkadaşım olan Şebnem benden bir yaş küçüktü, henüz yirmisindeydi. Ailesiyle birlikte Çukurcuma'da yaşıyordu. Esasında beni sigaraya tümden başlatan da oydu. Maltepe sigarasını tellendire tellendire öğle aralarında içerken bana da bir tane uzatmaya başlamıştı. Baş yöneticiye yakalanırız diye korkardım ben yangın merdiveninde oturduğumuz öğle araları o mereti içerken. Oysa Şebnem o kadar rahattı ki "Öğle sigaramdan beni mahrum bırakanın ağzını dikiş makinesiyle dikerim." diyordu.
Fazlasıyla açık sözlü, muhteşem giyinen ve envai çeşit takı takmayı seven Şebnem'le en büyük ortak özelliklerimizden biri ikimizin de esmer olmasıydı. Tabii onun saçları benimki gibi uzun değildi, gözleri ise küçük ve çekikti ve benden daha toplu, kısaydı. Yine de esmerliğini seviyordum. İşe başladığımızdan beri bizi kardeş sanmalarını da seviyordum. Oysa orada tanışmıştık, bunu anlattığımızda herkes şaşıp kalıyordu.
Nişantaşı'ndaki atölyeye gitmek için her sabah saat altı buçukta kalkıyor, ekmek kızartma makinesinde ekmeklerimi kızartıp Sana yağla yağlıyor, çayımı içiyor, ikişer kaşık reçel ve balla kahvaltımı bitirip koştura koştura gidiyordum işe. Tabii tüm bunlardan önce uyanır uyanmaz Akın'ı öpüyordum. Sinirleniyordu beyefendi, sabahın köründe uykusunun en derin olduğu zamandaydı muhtemelen onu öptüğümde. Yine de yataktan kalkarken dudak kenarlarının kıvrık oluşunu gördüğümde mutlu oluyordum. Alelacele giyiniyor, gözlerime biraz kalem çekiyor ve hemen kahvaltımı yapıp dolmuşa bindiğim durağa koşturuyordum. Mesaimiz sabah sekizde başlayıp akşam beşte bitiyordu. Hafta sonlarım boştu ve Akın'ın da boş olduğundan İstanbul'u geziyor, yazın tadını çıkarıyorduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRMIZI GÜLLER ÇABUK SOLAR
Teen Fiction"Ve unutma Zümrüt; tüm çiçekler yavaş yavaş, kırmızı güller çabuk solar." *** 1980 yılının Mayıs ayında, Dilektaşı Mahallesi'ndeki aylardır boş olan daireye genç bir adam taşındı. Tek başınaydı, bir karısı veya çocukları yoktu. Kimseyle konuşmazdı...